Oku, okumak, okuryazar…

Naci BOSTANCI Perspektif
6 Eylül 2023 Çarşamba

Rahmetli abim benden iki yaş büyüktü. O ilkokula başladığında ben de hayali bir evrende okula ilişkin ilk kurgularımı oluşturuyordum. Dışarıda bir yerdi, başkaları da vardı, oyun ve… Evet, ve orada okuma, matematik gibi garip işlerle meşgul oluyorlardı. Akşamları yine rahmetli olan babam yemekten sonra yer sofrasında abimi ders çalıştırmaya başlardı. Yazı yazma, heceleme, matematik işlemleri yapma vs. Ben de ne olup bittiğini görebileceğim bir mesafede adeta kendimden geçerek öğrenmenin parçası olmaya çalışırdım. Babamın eğitim yönteminin baş aracı tokattı. Her yanlışı anında tokatla cezalandırır, bu etkin yöntemin sonuçlarını hemen görmek için ikinci tokadın gölgesinde yapılacak olana bakardı. Abim akıllı bir çocuktu ancak tokadın tehdidi altında muhtemelen aklı karışıyor, yitirdiği güveni sebebiyle doğru olanı yapmaya bile korkuyordu. Ben tokada mesafeliydim, sınavdan geçirilmiyordum, öğrenmeye dönük açlığım sebebiyle bir süre sonra neyin doğru olduğunu, takdir edilmeyi bekleyen bir heyecanla kenardan haykırmaya başladım. Ceza tokatsa ödül de gülümseme ile baş sıvama olmalıydı. Ancak öyle olmadı, babam abimden önce bildiğim okumalar dolayısı ile tokat mesafesini aştı, kim bilir aklındaki hangi gerekçe ile beni de cezaya ortak etti. Ancak yılmadım, kenardan yine bağırmaya devam ettim. Okumanın, okuyabilmenin büyüsü beni esir almıştı. Yaşadığımız kasabanın içinde yürürken tabelaları okuyor, artık birer gölge gibi olan işaretlerin anlamını çözmeye başlıyordum. Bildiğim hayatın dışında yazı üzerinden başka bir hayat daha akıyordu etrafımızda. Buna kör olmak mümkün değildi.

O zamanlardan bugüne 29 harfin artık matematik diline çevrilmesi güç kombinasyonları ile sayısız okumalarım oldu. İnsan aklı ilişkisel bir şekilde teşekkül eder ve okumak dediğimiz hal malum, bir süre sonra olağan bir hale gelir. Bazen bu sıradan gibi görülen halin içinden başımı kaldırıp, okuma dediğimiz garip işin ne kadar büyüleyici olduğunu düşünürüm. Başka birisinin yazıya çevirdiği meramını siz başka bir bağlamda okuyor, kendisiyle konuşmadan bir diyalogu mümkün hale getiriyorsunuz. Yazı ile zamanı ve ölümü aşıyor, şimdi sessiz uykuları içindeki geçmişin aydınlık kafaları ile bağ kuruyorsunuz. Okuma ile insanlığa, bir kültüre, bir dünyaya ait oluyorsunuz.

Okuryazar bir toplumda okuma bilmeyenin hayat karşısındaki tavrını, kişiliğini, dünyasını hayal etmek çok zor. Matbaanın icadından sonra kitaplar basılıp yaygınlaştıkça hafi okumanın gelişmiş olması çok önemli bir duruma işaret ediyor. Malum, öncesinde okuma ancak bir topluluğa yapılan ve okuyucunun bağırarak aracılık rolünü üstlendiği bir iştir. Hatta Türkçedeki okumak kelimesinin etimolojisi “okı, çağırmak, seslendirmek, seslenmek”ten gelir ve şiir, şarkı okumakta bu anlam halen yaşar. Hafi okuma, insanın kendisine, kendi içine yaptığı okumadır. İnsanoğlu matbaanın icadı ile teşekkül eden hafi okuma biçimi ile kendisine bir iç, kişilik ve derinlik oluşturmuştur. Varlığımızın biçimlenmesini şüphesiz ilişkilere fakat aynı zamanda o ilişkilerin bağlamını inşa etmesi bakımından okumaya borçlu olduğumuzu söylemek yanlış değildir.

İnsanoğlu eskiden beri okuryazarlığa büyük saygı göstermiştir. Bizatihi bu saygının tarihsel varlığı dahi okuryazarlığın insan ve insanlık için oynadığı mühim rolün altını çizer. Neil Postman, “Çocukluğun Yok Oluşu” kitabında hırsızlıktan mahkûm edilen iki kişinin cezalandırılmaları arasındaki farkın araya “okuma” girdiğinde ne kadar değiştiğini anlatır: “Örneğin İngiltere’de İncil’den bir cümle okuyabilen küçük bir hırsızın sadece başparmakları incitilmişti. Okuyamayan bir başkası ise, daha sert bir uygulamaya maruz kalabilirdi. Okuma bilenin “rahiplik hakkı” denilen bir müracaatla cezasını düşürme hakkı vardı. Bunun olağan neticesinin suçluları okur olmaya yönelttiğini görmek şaşırtıcı değildir. Hatta Sussex Kontluğu sarayını soymaktan mahkûm edilen iki kişinin adli kayıtlardan alınan cezalandırılma kararlarında, “Paul okuması olduğu için sadece dağlanacak. William ise okuması olmadığı için asılacak,” denilmektedir. Okumanın toplum için oynayacağı rol daha baştan olumlu ve kıymetli görülmekte ve desteklenmektedir.

Bunun tersi örneğini ise II. Dünya Savaşı’ndan verebiliriz. Doğu cephesinde esir alınan bir grup Rus askeri ki sayıları 120’nin üstündedir, meydana toplanır. Nazi subay onlara, kendilerine bir gazete verileceğini, bunu okuyanların yazıcı olarak görevlendirileceğini, okuyamayanların ise ormana çalışmaya gideceğini söyler. Süre adam başı üç dakikadır. Grup içinde yaklaşık beşte bir civarında okur çıkar. Her okuyan neşeyle bir tarafa giderken, okuyamayanlar üzüntüyle diğer tarafa ayrılmakta ve kendilerini bekleyen kötü kadere lanet etmektedirler. Sınav bittikten sonra subay oradan ayrılırken yanındaki emir erine okuyabilen gurubun işini hemen bitirmelerini söyler. Çünkü onlar istikbal için büyük tehlike ve Almanya’nın doğal düşmanlarıdır.

Geçmişte ülkemiz içindeki okuryazar oranları da bir hayli düşüktü. Hatta darbe dönemlerinde cuntacıların yaptıkları işlerden ilki, okuma yazma seferberliği için “Ali Okulları” açmaktır. Muhtemelen kalkınma ve gelişmenin dinamiği olarak okuryazarlığı görüyorlardı, ancak atladıkları husus, okuryazarlığın sadece bunu bilmekle ilişkili olmadığı, aynı zamanda toplumsal şartlarla bağlantılı bir anlamı bulunduğuydu. Ali okullarına giderek metni çat pat çözenler köylerine döndüklerinde kısa zamanda bildiklerini unutuyorlardı. Toplumsal örgütlenmenin okuryazarlığı işlevsel bir şekilde desteklemediği durumlarda okumayı öğrenme unutulmaya mahkûmdu. Mümtaz Turhan’ın ifadesiyle bir odanın sıcaklığını artırmak için odayı ısıtırsınız, termometreyi ısıtarak dereceyi yükseltmenin anlamı olmaz.

Okuma elbette sadece kitap, gazete, dergi okumak değildir, okuryazar olan hayatı okur, insanları, ilişkileri, toplumları okur, süreçleri görünürdeki sisin arkasında kalan hikâyeleri ile birlikte anlamaya çalışır. Çünkü okuryazarlığın bize sunduğu bilgi ikinci bir gözdür, tabir caizse hem teleskop hem mikroskop gibi olup bitenlere nüfuz eder, tekil olanı insanlığın ortak bağlamında çözümlememize imkân verir.

Bugün hem dünyada hem de bizde okuryazarlık çok mesafe kaydetti. Sadece okula gitme, öğrenme oranları bakımından değil toplumların örgütlenmesi anlamında da durum böyle. Bu hal okuryazarlığın gizemli, büyüsel, inanılmaz, mucizevi özelliklerine sanki sıradan bir iş imiş gibi muamele yapmamıza neden oluyor. Bu anlamı, bağlantıyı kaybettiğimizde ise daha derin ve içe okumaktan yüzeye, dışa, kamusal olana bir gösteri olarak okuma evresine geçiyoruz galiba. Özellikle dijital imkânların gelişmesi, sosyal medyanın gitgide hayatımızda daha fazla yer işgal etmesi okuryazarlıkla olan ilişkimizi de dönüştürüyor, onu kişiliğin, kimliğin temel bir yapı taşı olmaktan çıkartıyor. Bana öyle geliyor ki, hangi türden olursa olsun, çünkü hepsi birbirine gönderme yapar nihayetinde, eline bir kitap alıp okumak elbette çok önemli, onun bile azaldığı bir tarihi sürecin içindeyiz sanırım. Ancak eline kitap alanların, okumanın tarihsel hikâyesindeki okuma bilenin toplumsal bir amaçla ödül olarak asılmaktan kurtulduğu, ceza olarak ise öldürüldüğü iki uç örneği hatırlaması önemli. O zaman yapılan işin şüphesiz daha derin, daha içe, daha içteki hem kişisel hem de insanlığın ortak hikâyesine doğru bir okuma olduğu daha iyi anlaşılacaktır. 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün