Olağanüstü Sıradan Bir Akşam

Yaşam
8 Eylül 2023 Cuma

Burcu Sunar Cankurtaran

Filenin Sultanları’nın tarihi başarısının üzerinden günler geçti. Gazetede yazma sıklığım ayda bir olduğu için, zamanında bununla ilgili yazamamış oldum. Aslına bakarsanız bu haftanın yazısı da hazırdı. Kuantum, gözlem ve insanın dünyadaki tezahürü üzerine başladığım üç yazılık serinin son halkasını yollayacaktım gazeteye. Ama baktım ki, “Burcu Hanım, n’olur 3. yazıyı hemen yazın, hemen okumak istiyoruz, siz boşverin aylığı, günlük yazın, sizin yazılarınızı okumadığımız günleri günden saymıyoruz!” içerikli yüzlerce mesaj alıyorum, oyunculuğum tuttu, biraz daha merak ettireyim sizi dedim! Bu hafta konumuz kadınlar, serinin 3.yazısı sonraki aya.  

Eee peki anlat bakalım, görüşmeyeli ne yaptın derseniz, ne yapacağım, her kadının az çok yaptığı şeyleri! Tarhana çorbası, bulaşık makinesi doldurma boşaltma, mutfak alışverişi, dağınıklık toplama, çamaşır yıkama, çocukla oyun, çocuğun doktor randevularını ayarlama ve doktora götürme, köpek gezdirme ve aşılarını yaptırma, işimle ilgili yapılması gerekenler, aralarda kitap okuma, aşırı şanslı günümse bir film izleme vs. Yani son derece sıradan şeyler.

Mesela tipik bir örnek:

Evde saat 19.45 suları. Mutfaktan salona akşam yemeği için bir şeyler taşıyorum. Bir taraftan dibi tutmasın diye makarnayı karıştırıyorum. Araya hemen bir çoban salata sıkıştırıyorum. Şu küçük kavunu da keseyim. “Hayır yavrum, bebeğin burada değil, odana bak istersen”. “Ah Gil, sen mi geldin?”

Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filmini izlediniz mi? Owen Wilson’ın canlandırdığı yakışıklı ve romantik Gil, aynı hayallerde bir türlü buluşamadığı nişanlısından ayrıldığından beri, zaman zaman beni ziyarete geliyor. Zamanlar ve mekânlar üstü seyahatlerimizi birlikte yapıyoruz.

“Ben de seni bekliyordum, hadi gezelim, nereye gidiyoruz bu gece?” Gil’le her gece başka bir yerde yemek yiyoruz, kimi zaman baş başa, kimi zaman başkalarıyla, kimi zaman yalnız dans ediyoruz, hayranlık duyduğumuz kişilerle mektuplaşıyoruz, “kıskançlık yok” kuralı koyduğumuz halde, arada tansiyon yükselmiyor değil, ama neyse ki uzatmıyoruz. Neticede ikimizin de yüzyıllara yayılmış hayranı olduğumuz kadınlar, erkekler listemiz var, ne yapalım, Gil kıskanmasın diye Einstein’le dans etmeyecek halim yok!     

“Bilmiyorum yavrum, hayır Bella’yı görmedim, aç bak ağzını, kavun çok tatlıymış, al bu karabiberi masaya götür, hadi akıllı kızım benim”.

Gil diyor ki, “başkalarını boşver, gel bu akşam yemeğimizi beraber yiyelim, seni 19. yüzyıl Paris’inde harika bir kulübe götüreceğim. Hem müzik dinleyeceğiz, hem dans edeceğiz. Ne dersin?”

“Olur” deyip neşeyle koluna giriyorum. Paris’teyiz. Nasıl güzel bir renk, nasıl güzel bir müzik, nasıl güzel bir resmin içindeyiz… Sanki ilk kez şarap içiyorum. Bu nasıl bir tat ki sanki ilk kez alıyorum. Gözlerimi kapayıp kendimi müziğe ve şaraba bırakıyorum, çok mutluyum. Tekrar gözlerimi açtığımda Gil bana bir kutu uzatmış, gülümseyerek bekliyor. “Bunlar 17. yüzyıl Viyanası’ndan” diyor.” “Yeşili çok sevdiğini biliyorum, görünce almadan duramadım, sevdin mi?”  Gördüğüm en güzel küpeler bunlar. Gözlerimden yaşlar boşanıyor. Hemen takıyorum.

“Momo çekilir misin ayağımın altından, birazdan vereceğim senin makarnanı, üstüne basacağım bak şimdi, çekil kızım kenara!”

“Yavrum şu peçeteleri de götür masaya, hadi kızım, hayır, Bella nerede bilmiyorum, odana bak demiştim”.

Telefonu, lüzumlu lüzumsuz arayan bankanın suratına kapatıyorum. O sırada gördüğüm bir öğrenci mesajına cevap veriyorum. “Stajlarla ilgili telefon mesajı değil, email yazarsanız daha iyi olur arkadaşlar, sevgiler”.

“Yeşil küpelerinle ışıldıyorsun” diyor Gil. “Yarın Freud’la tanışacağım biliyorsun” diyorum. “Biliyorum”, yüzünden huzursuz bir ifade geçiyor. “Lütfen bu küpeleri yarın takma. Bunları sadece benimleyken takmanı istiyorum.”

“Yemek hazır! Herkes masaya!”

Saat 19.55. Ah zaman, neler sığıyor senin içine! Kavun da çok tatlıymış valla, iyi ki almışım.

Yüzümde bir gülümseme. Yarın Freud’la buluşmamızda ne konuşsak diye düşünürken, kızımın masaya döktüğü yoğurdu temizliyorum. Televizyondaki haberlere yorum yapıyorum. Kalbim çarpıyor. Hangi dünyadayım, kalbimi çarptıran ne, karıştırıyorum. Kızım ağlamaya başlamak üzereyken, gayet soğukkanlı bir şekilde ona makul bir açıklama yapıyorum. Baktım sökmüyor, şarkı söylemeye başlıyorum. Bana katılıyor. Anne kız bağıra çağıra şarkı söyleyip kavun yiyoruz! “Babamla oynayacağım” diyor. “Hah, aferin çocuğum” deyip masayı toplamaya başlıyorum, baba kız lego yapıyorlar. Elimde boş tabaklar, aynanın önünden geçerken, kendimi çok güzel buluyorum. “Yeşil küpelerim ne kadar da yakışmış…” diyorum.

Evet, ne diyordum, görüşmeyeli epey sıradan kadınsal işlerle uğraştım. Dünyanın en güzel şehirlerinde yemekler yedim, hayaller kurdum, dans ettim, büyük takdir gören metinler yayınladım, konuşmalar yaptım, âşık oldum, pat diye söyledim, hediyeler aldım verdim, dâhilerle sohbet ettim, kimini öptüm, saraylarda ağırlandım, cibinlikli koca yataklarda uyudum, saray bahçelerinde dedikodu yaptım, sayısız mektup aldım ve yazdım, kılıç kullandım, şifalı otlarla kimleri kimleri iyileştirdim, bir manastırda gece gündüz Tanrı’yla sohbet ettim.  

Siz de beni işinde gücünde, kendi halinde, çoluklu çocuklu kadın sandınız değil mi? Sevgili erkekler, lütfen kadınları kendinize güldürmeyin!

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün