Burcu Sunar Cankurtaran
Bir önceki yazıyı, Rumen din tarihçisi Mircea Eliade’nin çok sevdiğim bir ifadesiyle bitirmiştim: “Kutsal, tezahür eder.” Bugün, Eliade’nin bu sözünü aklımızda tutarak, insanın dünyadaki tezahürünü, kuantumun ‘gözlüyor olmanın, gözleneni etkilediği’ tespitiyle birlikte konuşup, biraz sarhoş olalım mı?
Biz, insan türü olarak, ancak tezahür eden şeyleri deneyimleyebiliyoruz. Tezahür etmeyeni zaten bilemiyoruz, düşünemiyoruz bile. Tezahürü ‘madde’ üzerinden açıklayan fizik, günümüzde, mikro ve makro düzeyde farklı fizik yasalarının işlediğini kabul ediyor. Ancak nasıl oluyor da mikro düzeyde işlediği ispatlanmış olan kuantum fiziği, makro düzeyde işlemiyor, henüz anlaşılabilmiş değil. Ayrıca, fizik, artık ‘madde’ye farklı yaklaşmaya başlamışsa da, evreni açıklamak için ‘madde olmayan’ herhangi bir şeye ihtiyaç duyulmadığı anlayışı hala geçerli. Peki ya “madde dışı tezahür?”
Önceki iki yazıyı okuduysanız, cevapları sadece doğa bilimlerinin bilimsel metotları içinde değil de hayatın içinde karşımıza çıkan başka hallerde de arayabileceğimiz konusuna kafa yorduğumu biliyorsunuz. Acaba diyorum, Tanrı, insanı dünyada tezahür ettiren varlık, bir gözlemci görevi görüyor olabilir mi? Yani neticede çoğumuz kimse bakmadığında burnumuzu karıştırıyoruz, öyle değil mi? Eylemimize karar veren şey, içimizden gelen o eylemi yapıp yapmama dürtüsü değil, birisinin bizi görüp görmemesi. Tıpkı hareketlerine, ortamda gözlemci olup olmadığına göre karar veren elektronlar gibi. ‘Tanrı korkusu’ da benzer bir mekanizma değil mi? Kimi zaman günah işleme dürtüsü duyduğumuzda bizi durduran ve başka türlü davranmaya iten, sonuçta ceza alacağımıza inanmamız. Yani sonuç, başlangıçtaki davranışı etkiliyor. Çünkü Tanrı gözlemci. Demek istiyorum ki, dünyayı makro değil de mikro olarak ele aldığımızda ve Tanrı’yı gözlemci pozisyonuna koyduğumuzda, kafamızda başka türlü evren tasarımları şekillenebilir.
Bilimsel açıdan saçmaladığımı düşünmeniz riskine karşı hemen Jung’tan yardım alayım. Jung, basit birer tesadüften ibaret olamayacak anlamlı tesadüf serilerini ifade etmek için ‘eşzamanlılık’ kavramını kullanıyor. Bahsettiği şey, kendi ifadesiyle, ‘nedensellik dışı bir düzenlilik’, ‘nedensellik dışı bağlayıcı bir ilke’. Diyor ki “eşzamanlılığın çok soyut, sunulamaz, temsil edilemez bir nicelik olduğunun fazlasıyla bilincindeyim”, ama “eşzamanlılık, boş inanç sorunu değil, bir doğru bilgi sorunudur.” Ondan daha iyi anlatamayacağım için, gerisini de Jung’tan alıntılamama izin verin:
“Ten ile tin ilişkisini sinkronisite açısından düşünüp düşünemeyeceğimizi sormalıyız. Canlı bir organizmada, ruhsal süreçlerle fiziksel süreçlerin eşgüdümü, nedensel bir ilişkide değil de sinkronistik bir görüngü olarak anlaşılabilir mi?”(…) “Nedensellik ilkesi, nedenle sonuç arasındaki bağın zorunlu olduğunu ileri sürer. Sinkronisite ilkesi, anlamlı bir rastlantının öğelerinin hem aynı anda olma hem de anlam aracılığı ile bağlandığını ileri sürer.”(…) “Uzam ile zaman, bilinçdışı psişe açısından görelidir. Bu demektir ki, bilgi kendisini uzam-zaman kesintisizliğinde bulur. Bu kesintisizlikte uzam artık uzam değildir; zaman da zaman değildir. Dolayısıyla bilinçdışı, bilinç doğrultusunda bir gizil güç geliştirir ya da bu gücü korursa koşut olguların algılanması ya da ‘bilinmesi’ olanaklı olur.”(…) Nedensellik makrofizik dünyanın tüm resminde hüküm sürer. Onun evrensel egemenliği ancak büyüklüğün belli alt düzeylerinde kırılır. Oysa sinkronisite, öncelikle ruhsal koşullara, açıkçası bilinçdışı süreçlere bağlı bir görüngü gibidir. Sinkronistik görüngüler, sezgisel, ‘büyüsel’ süreçlerde belli bir düzenlilik, sıklık düzeyinde ortaya çıkar.”(…) “Öyleyse klasik fiziğin uzam, zaman, nedensellik üçlüsü, sinkronsite faktörü ile desteklenmeli; bu üçlü bir dörtlü, bütün bir yargıyı olanaklı kılan bir quaternio olmalıdır.”
Kulağa karışık geldiğine bakmayın. Aslında özetle bugün içine ‘enerji’ kelimesini ekleyip de anlattığımız pek çok şey için “nasıl oluyor da oluyor?” diyor. Ben de şunu ekleyeyim: Bilim, mesela, kolektif bilinçdışını, epistemolojik bir kaynak olarak neden kullanmıyor, kullanamıyor? Bilmediğimiz, üzerine yeterince düşünmediğimiz, bulacaklarımızın bilimsel konforumuzu kaçırmasından korktuğumuz, alay edilmek istemediğimiz için.
Üç yazıya yaydığım ve artık bitireceğim bu konuya ilişkin bir sonuç bekliyorsanız, galiba verecek net bir cevabım yok, ama yürekten bağlı olduğum bir bakış açım var.
Bir gün diyorum Tanrı’yla bizzat karşılaşsam, kâinatın sırrını önüme serse ne olur? ‘Dünya’da yaşadıktan sonra bunu bilmek neyi değiştirir? Dünya, galiba, soru sormak, keşfetmek, deneyimlemek için bir alan. Bir şeyleri bilmek tabii ki harika hissettiriyor ama ben illa bilince değil, düşününce, sorunca, sevince, bir şeyin peşinden gidince, heyecanlanınca, hissedince de çok mutlu oluyorum, yaşadığımı anlıyorum. Bilmem ki sırrı öğrensem mutluluğum daha mı büyük olacak, içimden şelaleler mi akacak, yüzüme nur mu inecek, yoksa bu büyük hakikat karşısında dünyaya yüz çevirip “Kurtar beni bu cehennem çukurundan Tanrım!” mı diyeceğim? Clarissa Estes’in ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ kitabındaki küçük bir hikâye şunu anlatır:
Bir gece bir melek tarafından Yedinci Göğün Yedinci Katındaki Yedinci Kubbe’ye götürülen dört haham orada Ezekiel Çarkı’nı seyrederler. Bu ihtişama tanık olduktan sonra, hahamlardan biri bu olağanüstülük karşısında aklını kaybeder; diğeri, sinik bir şekilde, gördüğü şeyi inkâr eder; bir diğeri bunun nasıl olabileceğini araştırmaya koyulur, gördüklerinin sırrına varmayı bir takıntı haline getirir. Gerisini doğrudan Estes’ten alıntılayayım: “Bir şair olan dördüncü haham, eline bir kâğıt kalem alıp pencerenin kenarına oturmuş; akşam kumrusuna, beşiğindeki kızına ve yeryüzündeki bütün yıldızlara övgüler yağdırarak şarkı üstüne şarkı yazmış. Geçmiştekinden çok daha iyi bir hayat yaşıyormuş artık.”
Geçmiştekinden çok daha iyi bir hayat yaşayabilmemiz dileğiyle…