Sebla Selin Ok
Fransız felsefeci ve göstergebilimci Roland Barthes’ın romantik zihinsel akıştan ve bilinmezlerden oluşan, göstergebilimin içselleştirilmiş ve samimi aktarımlarını günlük tutar gibi kaleme aldığı eseri Camera Lucida’yla üniversitenin ilk yılında tanıştığımda anlamakta güçlük çektiğim önermelerden biri de sessizlikle ilgiliydi. ‘Gerçek Sonrası ve Sessizlik’ başlığı altında ayırdığı bölümü defalarca okuduğumu, ilerleyen zamanda akademide kalmayı seçtiğim ilk yıllardaysa derslerin öncelikli tartışma konuları arasında yer verdiğimi anımsıyorum. Studium ve Punctum olarak tanım kazandırdığı kavramları açıkladığı bu bölüm gözlemlediğim ölçüde çoğu okuyucuda adeta bir Satori[1] etkisi yaratıyor. Tarif ettiği kavramlarla okuyucu hem ilk kez tanışıyor hem de yaşamdaki karşılıklarını o güne dek az ya da çok sezgisel deneyimlerle elde ettiği yanılsamasını yaşıyor. Aslında Barthes, Studium’un her zaman kodlanmış, Punctum’un ise kodlanmamış bir bilgi olduğunu anlatmaya çalışır. Daha açık ifadeyle genel geçer tanım, yorum ve yargı öne süreceğimiz tüm görsel veriler Studium, isimlendiremediğimiz ama görsellikte bizi delip geçen ayrıntılar ise Punctum olarak tanım buluyor.
Biz nesneleri aklımızdan çıkarmak için fotoğraflarız
Barthes’a göre Studium çok sesli, gürültücüdür ve anlatmak istediği görsel gerçeği boşlukta bağırır. Punctum ise sessiz bir ayrıntıdır. Genellikle fotoğraftan geriye kalan histe hatırladıklarımızın yeniden ve belki de ebediyen görünür kılınışıdır. Punctum’un bilgisi sessiz ve dingin düşünme süreciyle açığa çıkmaktadır. Franz Kafka, “Biz nesneleri aklımızdan çıkarmak için fotoğraflarız” demiş. Kafka’nın bu sihirli kelime dizimi her şeyi anlatıyor aslında. Aklımıza üşüşen, yaşamımızı kaplayan nesnelerin ağırlığını yerli yerinde bir ayrıntıya dönüştürüp bize sessiz bir köşeden hatırlatmaya muktedir olan görüntüler ne teknik ne gerçeklik ne de sanat için iddia barındırmazlar aslında. Barthes’ın da belirttiği gibi yaygaracı fotoğraflar vardır evet örneğin sıcak olay fotoğrafları bu kategoride değerlendirilebilir. Ve bizlere bir şeyler anlatmak konusunda empati eksikliğimize karşılık gelen görüntüler de bunlar olmuştur nedense. Belki de sorun budur yani bu görsellerin bize bir şey anlatamaması değil de bizim bu yüksek sesler karşısındaki savunmasız konumumuzdur. Bu nedenle belki de görüntüler sessiz olmalıdır ve yine Barthes’ın sözleriyle; “gözlerimizi yummak görüntüyü sessizlikte konuşturmaktır”.
Yirminci yüzyıl Batı’sının göze çarpan özelliklerinden biridir aslında sessizlik. Bu fikir, Ludwig Wittgenstein, John Cage, Samuel Beckett, Franz Kafka, Wassily Kandinsky, Jean-Paul Sartre, Virginia Woolf ve daha birçok yazar ve düşünürün yansıtmaları incelenerek desteklenebilir. Sessizlik sadece bir teori değildir, aynı zamanda pratik karşılıkları olan bir olgudur. Pratik olarak anlaşıldığı gibi, bu yüzyılda sessizliğin büyümesine, sanayide pratik yollarla kullanılan, bilimsel bilgi olarak tanımlanan teknolojinin büyümesi eşlik eder. Görsel kültürde de izleyebileceğimiz gibi sessizlik bir gözdür, bilginin gözüdür. Başka bir deyişle, sessizlik yoluyla, “görsel kültür” gibi belirli bir okuryazarlık türüne ulaşabilmekteyizdir. Bu iddiayı, Amerikalı müzik teorisyeni John Cage’in 4’ 33” adlı eseri, Ekspresyonist resimlerin doğa yansımalarında da bulabiliriz.
Okumanın kendisi sesli bir eylemdi
Eski Yunanlılar, konuşulan sözün kültürüne sahipti. Konuşulan kelime her yerdeydi: tiyatroda, mecliste, ritüel ortamlarda. Normalde bizler için günlük yaşantıda sessiz olan deneyimler, en azından arkaik ve klasik dönemlerde, bir Yunanlı için sesliydi. Şiirden genellikle mahremiyet içinde, yalnızlık içinde zevk alırız; Yunanlılar şiiri performansta, bireyler olarak değil, kolektif olarak seviyorlardı. Okumanın kendisi sesli bir eylemdi. Dua etmek ve yas tutmak da öyleydi. Aslında, yirminci yüzyıl Batı’sı, ağırlıklı olarak vokal olan arka planından çok daha fazla sessizliğe gömüldü. Bu durumun en büyük yansıması ise medya alanındaydı. Sözlü veya metin ağırlıklı medya yerine görsel ağırlıklı medya ön plana çıkmaktaydı. Yirminci yüzyılda, ilk kez, görsellik “kendi dilini” eklemledi. Avusturya asıllı felsefeci Ludwig Wittgenstein, “Hakkında konuşamadığımız şeyleri sessizce geçmeliyiz” önerisinde bulunuyordu.
Yirminci yüzyıl sanat akımlarından biri olarak dışavurumculuk da soyut sanata ve yüzyılın sessiz diline katkıda bulunmaktaydı. Rus ressam Wassily Kandinsky, sessizliğini resmi içinde genişletti. Abstract soyutlamaları, belirli şekilleri ıskaladığı için sessizliği somutlaştırdı. Belirsizlik bu anlamda sessizliğin temel bir özelliğiydi. Fransız filozof ve yazar Jean-Paul Sartre, çağdaş sessizliğe olan sevgisini sıklıkla ortaya koydu ve Danimarkalı felsefeci Soren Kierkegaard’dan alıntı yaparak “Dilsiz olmanın en kesin yolu dilini tutmak değil, konuşmaktır. Bir insan, söylediklerinden çok, söylemediği şeyler yüzünden bir insandır” ifadesi kült nitelik kazandı. İngiliz yazar ve eleştirmen Virginia Woolf, modern edebiyatta konuşma yerine sessizliği uygulayan ilk kadın romancı olarak değerlendirilir, Dışa Yolculuk adlı eserinde, “Sessizlik hakkında bir roman yazmak istiyorum, insanların söylemediği şeyler hakkında. Ama zorluk çok büyük” sözleriyle ifade etti düşüncelerini.
Tefekkür edilmeye değer bir nesne
Özetlemek gerekirse, her türlü sessizlik bilgimizi genişletir. Sanat yapıtı başka birçok şeyle donatılmış bir dünyada var olduğu için, sessizlik ya da boşluk yaratan sanatçı diyalektik bir şey üretmek zorundadır; tam bir boşluk, zenginleştirici bir boşluk, yankılanan ya da anlamlı bir sessizlik. Sessizlik, kaçınılmaz olarak, bir konuşma biçimi ve diyalogda bir unsur olarak var olur. Zamanımızın sanatı sessizlik çağrılarıyla gürültülüdür. Bir manzara, izleyiciden “anlayışını”, önem atfetmesini, kaygılarını ve sempatilerini talep etmez; daha ziyade, yokluğunu, ona hiçbir şey eklememesini talep eder. Tefekkür, açık konuşmak gerekirse, izleyicinin kendini unutmasını gerektirir. Tefekkür edilmeye değer bir nesne, aslında algılayan özneyi yok eden nesnedir.
İnsanlar konuşma ve görüntülerin aynı anda daha da çoğalmasına karşı bir tiksintiden yakınmaktadır. Sınırsız teknolojik yeniden üretim, basılı dilin ve imgelerin neredeyse evrensel olarak yayılması, kamusal dilin siyaset, reklam ve eğlence alanlarındaki yozlaşması gibi farklı faktörler, özellikle sosyologların ‘kitle kültürü’ olarak adlandırdıkları şeyin daha iyi eğitimli kişiler arasında dilin değersizleştirilmesi olarak yansımasını sağlamaktadır. Amerikalı kuramcı Susan Sontag 1969 tarihinde yayınlanan kitabının ilk makalesi olan Sessizliğin Estetiği’nde “Zamanımızın sanatı, sessizlik çağrılarıyla gürültülüdür… kişi susmanın zorunluluğunu tanır, ama yine de konuşmaya devam eder” der.
Tüm bu bilgilerin ışığında, biraz da somutluk kazanması dileğiyle, çoğu zaman içimde, yaşadığım yüzyılın yegâne var oluşu düzeyinde deneyimlediğim sessizlik için imdadıma yetişen görüntüleri tarif ederek bitirmem istiyorum. Tüm kargaşanın ortasında, görsel üşüşmelerin merkezinde yapayalnız gözüken bir sinema perdesiyle Alman fotoğrafçı ve yönetmen Wim Wenders’in fotoğraflarından birine sığınırım ve Fransız felsefeci Jean Baudrillard’ın hiç duymadığım sesi yankılanır kulaklarımda “Bir kenti baştan sona geçen yol sadece sessizliktir. Dünyayı baştan sona gecen yol sadece sessizliktir” …
[1] Satori; Satori (Japonca: 悟 satori; Çince: 悟 wù) sözcüğü uyanıp aydınlanma anlamına gelir; Zen Budizmin temel amaçlarından biridir… bu bakış açısı her şeyin özünü görmektir ve entelektüel ya da mantıksal anlayışın tersine sezgiseldir.