“Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaşı reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacak. İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden acı çekmesinden daha iyi değil mi? Ders kitaplarımız savaşı yüceltiyor ama dehşetlerini anlatmıyor. Bu eğitimle çocuklara nefret aşılanıyor. Ben onlara barışı öğretmek istiyorum, nefreti değil. Sevgiyi öğretmek istiyorum, savaşı değil.”
Albert Einstein, 1933 yılında Sigmund Freud ile yaptıkları ‘Neden Savaş?’ konulu mektuplaşmayı bu satırlarla bitirir. 7 Ekim sabahından beri Einstein ile hemfikir olanlarımız için dünya daha da karanlık bir yer halini aldı. Tüm bu karanlığa rağmen din, dil, ırk ayrımına bakmaksızın her canı eşit kabul eden, farklı kesimlerden pek çok barış yanlısı insan seslerini yükseltmekten vazgeçmiyor. Zira insanlığın yaşanan acılardan hiç ders almayıp bir soykırıma daha tanıklık etmesi hepimizin korkusu.
Soykırım üzerine çalışanlar bedenlerini, kurbanların ölü bedenlerinin kaldırıldığı yere koyar. O andan itibaren hayattan koparılan masum insanlara yaşatılan vahşetin tanığı olmakla kalmaz, bu konuda farkındalık yaratma sorumluluğunu da yüklenirler. Her tanıklık, o acıyı sahiplenmek ve olası bir sonraki acıya bir dur demektir. Kendisi de bir Holokost kurtulanı olan, Nobel Barış Ödülü sahibi Elie Wiesel bu durumu, “Tanıkları dinleyen herkes, artık birer tanık olmuştur” diyerek tanımlar. Bu tanıklığın insana yüklediği zorunlu görevi ilk yerine getirenler bizzat Holokost kurtulanı Yahudilerdir.
Auschwitz’de Romanların da katledildiğini gören, Holokost’un Roman kurbanlarının da olduğuna tanıklık eden Yahudiler, bu tanıklıklarını uzun yıllar boyunca uluslararası camiada seslendirip, ifadelerini kayıt altına aldırarak, her 2 Ağustos’un ‘Porajmos’ olarak tanımlanarak Holokost’ta katledilen Romanların anılmasını sağladı. Geride hiçbir kaydı olmadan, hiçbir yazılı belge bırakamadan katledilen kurbanların unutulmalarına izin vermeyerek büyük insanlık ailesinde kuralların nasıl işlemesi gerektiğini öğrettiler. Bir evet’in çok şeyi kolaylaştırdığı dünyada, hayır diyecek gücü göstererek insan olmanın onuruna sahip çıktılar.
Bugün artık sadece soykırım üzerine çalışanlar değil, herkesin bedenlerini kurbanların ölü bedenlerinin kaldırıldığı yere koyması, bu ağır tanıklığın gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmesinin gereken bir döneme geldik. Tarih bizi evimizin konforundayken savaşa tanık ediyor. Televizyon ekranları, cep telefonundaki sosyal medya uygulamaları ve adaletten yana duran sağlam bir vicdan bu tanıklık için yeterli.
7 Ekim sabahı gözlerimiz terör örgütü Hamas’ın yüzlerce masum insanı nasıl vahşice katlettiğini büyük bir şok ve şaşkınlık içinde gördü. Daha dünyanın önde gelen istihbarat teşkilatlarına sahip İsrail’de bu çapta bir saldırının nasıl yapılabildiğinin şokunu atlatamadan Gazze’den gelen korkunç görüntülere tanıklık etmeye başladık. Sivillerin güvenli şekilde tahliye edilmesine olanak tanımadan, iki milyon insanın elektriksiz, susuz bırakılmalarını gördük, ‘human animal’ olarak adlandırıldıklarını duyduk.
Dünya Sağlık Örgütü ve Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü, yaptıkları açıklamalarla Gazze bölgesinde hastanelerde yaşananların savaş suçu kapsamına girdiğini duyururken, UNESCO ardı ardına yaptığı çağrılarda savaşın bile kendi içinde kurallarının olduğunu, savaş suçu işlenmemesini hatırlatarak ‘Barışa İhtiyacımız Var’ sloganlarını yayınladı. Yayınlamaya devam ediyor. Tüm bunlar olurken elimizdeki ekranlardan her iki topluma ait ölü çocuk bedenleri, kana bulanmış kundakları içinde bebekler geçiyor. Çok büyük acılara tanıklık ediyoruz. Yükümüz çok ağır, sorumluluğumuz çok büyük. Ancak zaman değişti.
Duke Üniversitesinde görev yapan iki tiyatro akademisyeni Frank Lentricchia ve Jody McAuliffe, birlikte yazdıkları ‘Katiller, Sanatçılar ve Teröristler’ adlı kitapta bu tanıklığın ne denli değiştiğini çarpıcı biçimde anlatıyor. Lentricchia ve McAuliffe, 11 Eylül katliamında binlerce kişinin katledilmesini çoğu insanın tamamen soyut olarak algıladığını söylüyor. “Bazılarının Tanrı’ymışçasına herkesin acısını hissetme rolüne soyunduğu bu çağda yas tuttuğumuza inandırılsak bile, asla gerçekten yas tutmadık ve tutamayacağız” diyorlar.
Öyle mi gerçekten? Nazım’ın, “Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda, hiç kimse seni zorlamamışken, en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde yüzünü bile görmediğin insanlar için ölebileceksin” diye tanımladığı yaşama benzemeyen, suskun, tanıklığın ağırlığından yorgun bir yaşam olmasın bizimki. Dünyanın neresinde olursa olsun barıştan yana olmaktan vazgeçmeyelim. Dilerim kalbimizdeki inanç bunu gerçekleştirmeye yeter.