Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Karşılaştırmalı Siyaset Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Taşansu Türker ile yeni çıkan kitabı ´Cumhuriyet´in Yeni Yüzyılında Yeni Dünya Politikası / Kafiye Çağı´nı ve geçmekte olduğumuz belirsizlik ve kaygı dönemini konuştuk.
İçinde bulunduğumuz çağı tarif etmek istediğimizde ilk söylenebilecek şey bir belirsizlik ve kaygı çağı olduğu. Ciddi bir dönüşümün içindeyiz ancak bu belirsizliğin en rahatsız edici özelliği bir umut, bir çıkış ışığını barındırmaması. Siz ne dersiniz?
Bu bağlamda ilk olarak kamu kavramını ortaya koymak gerekir. Örgütlenmeyen, bir toplum bilincinin olmadığı, sınıfların ortadan kalktığı, siyasetin dejenere olduğu ve inandırıcı olmaktan çıktığı bir dönemden bahsediyoruz. Umutsuzluğun en önemli gerekçesi zannediyorum bu. Her zaman dünyada sıkıntılar, köklü dönüşümler olur. Ancak toplum, sınıf, ulus gibi kavramların eritildiği; yarına baktığınızda siyaseti kurabilecek herhangi bir öznenin olmaması bizi kaygılandıran husus. Kojin Karatani’nin üçlemesinde bahsettiği aslında bu; sermaye, devlet ve millet. Sermayenin önünün tamamen açıldığı, ama milletin örgütlenmiş şekli olan devletin ve milletin bizzat kendisinin çok yıpratıldığı bir dönemdeyiz. Uluslararası politikada, iç siyasette, ekonomide, toplumda, ailede, ahlakta, estetikte bir belirsizlik döneminden bahsediliyor. Daha 1970’lerde Zygmunt Bauman, toplumlar ‘telos’unu kaybetti demişti. Amaçsızlığın ötesinde bir siyasi özne olasılığının olmadığı için umutsuzluk giderek derinleşiyor ve belirsizliğin yarattığı kaygı büyüyor.
Kitabınızın adı Kafiye Çağı. Mark Twain’den alıntılanmış ilginç bir ifade. Genellikle “tarih tekerrürden ibarettir” deriz ancak kafiye burada farklı bir noktaya temas ediyor…
Mehmet Akif “Tarih hiç tekerrür eder miydi ibret alınsaydı” der ya, fakat bunun ötesinde tartışılan bir husustur değişim ve bunun anlaşılması. Tarihin döngüselliği yahut çizgiselliği uzun bir tartışmadır. İnsan buna inanmak ister çünkü basit bir analoji kurulur ya da ilerleme kavramına hapsolunur. İki halde de kolay bir açıklamadır. Ancak yapılarda sürekliliklere bakarak tarihi anlamak gerekir. Mark Twain’in bahsettiği de bu. Kafiyeleniyor; çünkü, değişim var. Fakat o değişim tamamen sıfırdan olan bir şey değil. O insanlık tarihinde bir kere oldu sadece 1789’da. İhtilal-i Kebir, Büyük Fransız Devrimi gerçekten köklü bir dönüşümdür. Geri kalanlar devrim olarak adlandırılabilir mi tartışılır. O yüzden kafiyelere bakmak gerekir, çünkü her gün yeni bir gerçekliğin içinde, yeni bir gerçeklik yeniden inşa ediliyor. Ama bunlar aslında kafiyelenerek, birbiriyle uyum içinde akan bir nehir gibidir diyebiliriz.
Kitabınızda 2018 yılından itibaren dünyayı etkileyen önemli olayları farklı bir yapıyla sunuyorsunuz…
Hakikat kavramı bir statükoya ihtiyaç duyar. Temel iddiam bugün statükoyu kaybettiğimiz ve yeni bir statükonun henüz kurulmamış olduğu, yani bir geçiş döneminde olduğumuz. Böyle dönemlerde olanı olduğu gibi anlatabilmenin en iyi yolunun tümdengelim olduğunu düşündüm. Büyük çerçeveyi anlatmak için olaylar silsilesini o büyük çerçeveyle ilişkilendirerek aktarmayı ve her olayla adım adım okuyucuyu genel çerçeveye yakınlaştırmayı tercih ettim. Son beş yıl olması ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılı ve böyle bir usul için imkan sağlayan bir dönem olmasıyla ilişkili. Cumhuriyet’in yüzüncü yılındaki bu son kuruluş dönemi vakalarını genel çerçeve içinde anlatarak zaman içerisinde yanımda yetiştirdiğim bir öğrencime sunduğum ayrıcalığı okuyucuya da sunmak istedim.
Yaşananları tarihteki üç farklı dönemle ilişkilendiriyorsunuz. Bu dönemleri ve ilişkilendirmeyi anlatabilir misiniz?
Kafiyeler üç farklı dönem. Birinci kafiye dönemi uzun, 19. asır. Kuruluş dönemi, kimilerine göre hala devam ediyor. Kuruluş asrı, çünkü Fransız Devrimi, sanayileşme, kentleşme, milliyetçilik, işçi hareketleri, her şeyin yeniden tanımlandığı bir dönem. Bugün ara bir dönemdeysek, yine kuruluş dönemine bakmamız gerekir. İkinci kafiye dönemi belle époque, Birinci Cihan Harbi öncesindeki dönem. 1990’larda tarihin sonu tezleriyle ortaya çıkan büyük umut halinin belle époque’taki umut haline çok benzediğini düşünüyorum. Uluslararası politikada 1870’te Britanya İmparatorluğunun ulaştığı emek ve sermayenin en üst noktaya ulaştığı dönem. Aynı şeyi 1970’lerde ABD için de söyleyebiliriz. Bir diğer benzerlik yükselen güçler ve bu güçlere dair ne yapılacağı, mevcut dünya düzeninin sürdürülüp sürdürülemeyeceğine dair tartışmalar. Üçüncü dönem ise daha korkutucu, iki harp arası dönem. Bugünü çok andırıyor. Yükselen faşizm, toplumsal dönüşümde reaksiyonun çok kuvvetli olması ve en önemlisi tek para sisteminin ortadan kalkması. 1918’e kadar süren İngiliz poundu merkezli tek paraya bağlı ticaret sistemi, dünyayı bir arada tutan sistemdi. Bugün Çin’in de -henüz alternatif bir para sistemi kurmamış olmakla beraber- kuracağına dair iddiaları bir benzerlik noktası.
Günümüzde güvenlik ve istikrar yeniden öncelikli temel kavramlar olarak ortaya çıkıyor. Ancak kazanılmış birçok temel hak uğruna bu sağlanabiliyor. Önümüzde vatandaşının her hareketini kontrol etmeye meyilli ve kabuğundan çıkıp Batı merkezli dünyayı dönüştürmeye çalışan Çin örneği var. Bir de, Batı’nın kıyısında olup Ukrayna işgali ile tüm kabul görmüş -toprak bütünlüğü, egemenlik hakkı gibi- temel kavramlara savaş açan Rusya var. Bu temel haklar yerine güvenliğin yeniden ön plana çıkması günümüz ve geleceğimiz için neler söylüyor?
Çok doğal kabul ettiğimiz, asla kaybetmeyeceğimize inandığımız haklarımızın çoğu kazanılmış haklardır. Hiçbir hakkımız ne yazık ki garanti değil. Bu haklar demokrasi mücadelesiyle, sınıf hareketleriyle, felsefi aydınlanmayla, sekülerleşmeyle, milliyetçilik hareketleriyle kazanıldı. Bir kısmı ise dinler tarafından verildi. Bugün hepsinin tartışmaya açıldığı bir dönemdeyiz. Bunun sebebi de çok boyutlu bir kriz halinde olmamız. Bu boyutları Batı iktisadi-siyasal-sosyal statükosunun çatırdaması, Batı içi ulusal çıkar çatışmaları ve sistem dışı ülkelerden gelen meydan okumalar olarak özetleyebiliriz.
Bu dönemin diğer ayrıştırıcı özelliği ‘hakikat sonrası’ konusu. Ancak siz bu kavram yerine ‘hakikatler arası’ veya ‘çoklu hakikatler’ dönemi demeyi tercih ediyorsunuz…
Hakikat sonrası denirse eğer, henüz bitmekte olan dönemi tek mutlak olarak kabul etmiş oluruz. ABD’nin kurduğu tek kutuplu dünya, serbest piyasa ekonomisiyle, liberal değerleriyle, mesela ulus ve aile kavramlarıyla, ahlaki yapılarıyla bir bütündü. Fakat mutlak değildi, tarih içinde bir dönemdi ve şimdi bitiyor. Gramsci’nin söylediği gibi; henüz ölmedi ama yeni de henüz doğmadı. Yeni bir hakikat tabi ki kurulacak yahut pek çok farklı hakikat aynı anda kurulacak. O yüzden hakikatler arası kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Tek ve mutlak hakikat olarak bitmekte olan Amerikan sisteminin bileşenlerini kabul edersek, değişimi göremeyiz ve yarını kurmak konusunda siyaset yapamayız. Yarını kurabilmek için yarının var olabileceğine inanmak gerekir. Bunun için de mutlak hakikat olmadığını yeni bir hakikat kurabileceğimize inanmamız gerekir.
Rusya dönemin bu özelliğinden yararlanıyor. Devlet Başkanı Yahudi olan bir ülkeyi neo-Nazi olmakla suçlayıp bunu inandırabiliyor. İvan Krastev, belirsizliğin ve öngörülemezliğin olduğu bir dünyada daha önce din, etnisite ya da ideolojilerin gördüğü işlevi komplo teorilerinin görmeye başladığını iddia eder. Özellikle sosyal medyada sıklıkla karşımıza çıkan komplo teorileri neden bu kadar ilgi çekiyor?
Herkes bu belirsizliği, istikrarsızlığı, güvensizliği hissediyor. Bir şeyler çok hızlı dönüşüyor ancak herkesin bu dönüşümü açıklamak için elinde yeterince araç ve bilgi birikimi yok. Bu sebeple en kolay olana, onlara bir şablon, bir mana sunabilecek tek şeye yöneliyorlar. Eskiden insanlar dine, milliyetçiliğe, ideolojiye yönelirdi. Hepsi yıpratıldığı için bugün ellerinde sadece saçma sapan komplo teorileri kaldı. Böylece bu değişimi manalı bir bütün olarak algılayabilecek ve huzur bulabilecekler. Çünkü insan zihni düzen arar, bilgiyi düzenlemek ister, ilişkileri görmek ister. Kissinger insanların bu belirsizlik ve araçsızlık halinde kitleler halinde medeniyet kavramına sarılmalarından kaygılanır. Çünkü çatışma hem düşünce sistematiğindeki aracı yaratır hem de o aracın ideolojik olarak içini doldurur. Eğer yakın dönem Anglo-Amerikan dünya ile Çin arasındaki bir çatışmayla şekillenecekse, bu kutuplaşmayı gerçekleştirecek bir medeniyetler savaşı çerçevesi oluşacaktır. Çok keskin bir cümleydi Bauman’ın söylediği; “Holokost modernitenin kaçınılmaz sonucuydu,” demişti. Bir medeniyet kavramının insanlığın genel düşünce aracı ve platformu olduğu durumda, Holokost’tan daha kötü ne olabilir bilmiyorum ama, korkutucu bir geleceğin bizi beklediği düşüncesi beni kaygılandırıyor.
Yığınla bilgiye çok hızlı erişim bir noktada idrak aşınması da yaratıyor ve bilgiyi anlamlandırma noktasında sorun yaşıyoruz. Bu da Bauman’a göre ortak değer ve hakikatlerin yitirilmesine sebep oluyor…
İdeolojilerin dünyaya hakim olduğu 20. yüzyılda insanlar gerçekten gerçekle ilgileniyorlar mıydı yoksa ideolojilerine mi bağlıydılar? İdeolojilerine bağlıydılar. 19. yüzyılda insanlar gerçeklerle mi ilgileniyorlardı yoksa milletlerine ve milleti makul kılan araç olarak tarih bilimine mi bağlıydılar? Tarihe bağlılardı. Daha önce ise dine… Dolayısıyla bugün kitlelerin komplo teorilerine bağlılığı, gerçekle ilgilenmiyor olmaları yeni bir durum değil. Ancak burada sorun elit kavramının ortadan kalkması. Yani kitleleri yönlendirecek, sürükleyecek iktisadi, sosyal ve siyasi yapılanmaların ve bu yapılanmaların sağladığı, insanların altına girdiği büyük şemsiyelerin ortadan kalkması. Millet, din, sınıf gibi. Bunların yerine sadece tüketim kavramı kaldı. Ve tüketen insan mutlu olmuyor, örgütlenemiyor, analiz edemiyor ve insanı insan yapan değerlerle ne yazık ki iletişimi kesiliyor.
Bauman henüz 1970’lerde Amerikan kapitalizmin yarattığı tüketici bir toplumun sürdürülebilir olmadığını söylemişti. Batı toplumunun çöküşü olarak adlandırılan bu durum bizi finansal boyuta da bakmaya zorluyor…
Bugün içinden geçtiğimiz dönemin kapitalizminin kendine özgü özellikleri var. Finansın çok ağırlıklı olduğu, finansın kapital üzerinde hakimiyetinin mutlaklaştığı, üretimle sermaye bağının koptuğu, Poulantzas’ın bahsettiği devletin göreli özerkliği çerçevesinde devletle sermaye arasındaki ilişkinin ortadan kalkıp finansın doğrudan doğruya devleti kontrol eder bir noktaya geldiğini tespit edebiliyoruz birçok Batı ülkesinde. Buna eşlik eden diğer bir husus da Bauman’ın bahsettiği milletin millet olmaktan çıkması yani ‘telos’unu kaybetmesi, ahlaki değerlerini kaybetmesi. Muhafazakarların ortadan kalkması mesela. Bugünkü muhafazakarlar reaksiyoner, sadece Patsy Cline şarkısındaki gibi “durdurun dünyayı” diyorlar. Oysa muhafazakarlık özünde değişimi yönetirdi.
Çoklu krizlerin yaşandığı, çevresinde savaşların sürdüğü, öte yandan yeni bir kuruluş döneminin yaşandığını bu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılını nasıl öngörüyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılında bir şeyi çok önemsiyorum. İki harp arası kafiyelerimizden biri. O dönemde birçok ülkede faşizm iktidardaydı; Macaristan’da, Romanya’da, Bulgaristan’da, İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da… Britanya’da Britain Union of Fascists çok güçlüydü. Bugünkü ABD anlatısına bakmayın, harbin ilk dönemlerinde Almanya’nın safında savaşa girmek bile tartışılıyordu. Dönemin Türkiye’si ise o yetersizlikler içerisinde çok partili demokrasiyi tecrübe etti, bir şekilde faşizme yönelmedi, komşularıyla iyi ilişkiler kurmaya çalıştı, kendi güvenlik stratejisini çoklu ortaklıklarla geliştirmeye çalıştı, dengeli bir politika izledi… Özünde hep sabit, sağlam değerlere sahip çıkmak var. Bu değerler Fransız İhtilalinin üçlüsü özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve ek olarak da adalet. Ve buranın toprağında olan, insanı merkeze almak. İkinci kafiye dönemi Türkiye’nin acı dersler çıkardığı bir dönem. Birinci Cihan Harbini, Kurtuluş Savaşını yaşadığı için aşırılıkların neler kaybettirebildiğini ve iç huzurun olmamasının, iç çatışmaların abartılmasının neler kaybettirdiğini tecrübe etti. Üçüncü kafiye döneminde Türkiye hep kalkınmayı, demokrasiyi içinde taşıdı. Çok köklü reformlar yaptı ama Rus modernleşmesi kadar keskin değildi. Bu değerler bana şunu gösteriyor. Türkiye bugünkü bilinmezlik döneminde Cumhuriyet’in kurucu değerlerine riayet etmek durumunda. Evrensel olan bu güzel değerler üzerinden siyaset üretmek Türkiye’nin yapacağı şey olduğuna inanıyorum.
İnsana değer vermek deyince, Osmanlı’dan miras tüm nüfusu kapsayacak bir Türklük anlayışı en azından düşünce şekli vardı fakat bu olmadı. Tüm nüfus “Ne mutlu Türküm diyene” şemsiyesi altına alınmadı…
Atatürkçü milliyetçiliği yani Cumhuriyet’in kurduğu milliyetçilik aslında hibrittir. Osmanlıcılık her kesimin kolektif kimliğinin tanındığı ve mecliste temsil edildiği, anayasa yoluyla haklarının güvence altına alındığı bir düşünce sistemiydi. Olmadı, neredeyse oluyordu ama. Boş bir çaba değildi. Olmayınca İslamcılığı tercih etti çünkü elde ağırlıklı olarak Müslümanlar kalmıştı. Arap ve Arnavut ayaklanmalarıyla o da olmadı. Sonra Türkçülük denendi. Cumhuriyetin büyük başarısı, Osmanlıcılığın vatandaş kavramını ve Türkçülüğün Türk kavramını alıp, beraber işler hale getirmesidir. Bu, bir ideali ortaya koyar. Arada çok da istenmeyen başka şeyler de yaşandı. Ancak tarihe merhametle, şefkatle bakmak gerektiğini düşünürüm, tıpkı Naziler tarafından sırtından vurulan W. Benjamin’in dediği gibi. Sırf o idealin varlığı, bu kadar başarıyla ortaya konması bile takdiri hak ediyor. Cumhuriyetin kurucu değerlerine bağlı kalmak gerekiyor. Ama zaman değişiyor. Onları aynen uygulamak değil, hep birlikte iyileştirmek durumundayız. Ruhunu, özünü almak, ama o özü şu anki zamana ve hatta muhtemel yarına uyarlamak zorundayız.