Milliyetçiliğin Pençesinde Çırpınan İnsan

Perspektif
18 Ekim 2023 Çarşamba

Burcu Sunar Cankurtaran

Ne yazacağımı çok düşündüm. Ekim ayında, biri internet sayfası için, biri de basılı gazete için, Cumhuriyet’e ilişkin iki yazı yazmayı planlıyordum. İlkini, Mois Gabay’ın “Yahudi Olmak Atatürk’ü sevmeye engel mi?” sorusundan ilhamla yazmaya başlamıştım bile. Sonra İsrail’e saldırı haberi geldi. Şiddetin olduğu yerde her şey anlamsızlaşıyor, konuşacak bir şey kalmıyor. Ama yazmayacağız da ne yapacağız? Milliyetçilik, Musevilik ve Atatürk üzerine başladığım yazıyı sonraya bırakarak, Türkiye’de başlayan yürek burkucu tartışmaların da etkisiyle, bu hafta, İsrail-Filistin çatışmasına ilişkin konuşmak istedim.

“Milliyetçilik” kavramı, temel olarak, iki anlamda kullanılır. Bir anlamıyla milliyetçilik, günlük dilde kullandığımız üzere, milletini sevmek, milleti için yararlı işler yapmayı bir sorumluluk olarak görmek demektir. İkinci anlamıyla milliyetçilik, bir ideoloji, tarihsel bir kavram olarak karşımıza çıkar ki, birinci anlama da zemin hazırlar niteliktedir. Millet kavramı, Avrupa’da, birkaç yüzyıl önceki gelişmelerle şekillenmiş, insanlığa içkin olmayan, tarihsel olarak oluşmuş bir kavram. Ulus-devletler ortaya çıkmaya başladığında, yani, kabaca, “her milletin bir devleti vardır, o devletin de sınırları bellidir, dışarıdan müdahaleye kapalıdır” anlayışının yaygınlaşmasıyla, insanların o güne dek yaşadıkları topraklara ve birlikte yaşadıkları insanlara bakışları da zamanla dönüşmeye başlar. Mesela artık bir Alman devleti vardır, Alman devletinde Almanlar yaşar. Almanlar birbirini sever, kollar, Almanya için savaşırlar. Mesela imparatorluk çözüldükten sonra, bir Türk devleti vardır, Türk devletinde Türkler yaşar, Türkler birbirini sever, kollar, Türkiye için savaşırlar. Bu devletlerin adlarına ister Fransa deyin, ister Finlandiya, fark etmez. Bu anlayış Avrupa’dan diğer coğrafyalara da yayılır ve artık dünya, milliyetçilik çağına girer. Sıklıkla bir şeylerin “post” (sonrası) döneminde olduğumuzu konuşuyoruz, milliyetçilik de tabii ki aşınıyor; hele küreselleşme, milliyetçiliğin keskin sınırlarını ciddi ölçüde törpüledi. Ama böyle büyük ve dönüştürücü ideolojiler elbette bir anda yok olmazlar, yerlerini zaman içinde yavaş yavaş başka bir ideolojiye bırakırlar.   

Milliyetçilik homojenlik öngörür. Bir devletin içinde yaşayan halkın adeta tek yürek olmuş biçimde aynı meseleleri dert edindiğini, ulusal çıkarlarının aynı olduğunu, herhangi bir şeyin aynılığında buluştuğunu varsayar. Milliyetçi ideoloji bizi banal/gündelik izdüşümleriyle öyle bir sarar ki, biz sanırız ki, “Türk” diye “bir kişilik” var ve Türklerin hepsi o kişiliği taşır. “İsrailli”, “Filistinli”, “İtalyan”, “Çinli” kişilikleri var ve bu gruplara üye olan herkes o kişiliktedir. Bu bize bir konfor sağlar. Kafamızı detaylarla meşgul etmekten kurtuluruz. Böylece kolaylıkla Arapları sevmeyebilir, Yahudilerden hazzetmeyebilir, İtalyanlara bayılabilir, Amerikalıların rahatlıklarına özenebiliriz. Oysa gerçek hayat böyle akmaz.

Çünkü insanlığın gündelik hallerinin dili, dini, milleti yoktur. Dünyanın toprağının, onu adına millet dediğimiz toplulukların devletlerine böldüğümüzden, aralarına sınırlar çizdiğimizden, her bölüme bir isim verdiğimizden, geriye boş toprak bırakmadığımızdan haberi yoktur. Akarsuların çağlayarak akarken, hangi ülke sınırından başlayıp nereye ne kadar döküldüğünden haberi yoktur. Krom, demir gibi madenler, silah yapımı için çok elverişli olduklarını bilmezler. Yeni doğan bebeklerin Türk mü,  Arap mı, Yahudi mi olduklarından haberi yoktur.

İnsanları günlük hayatta sevip sevmememiz de, onların nüfus cüzdanlarında ne yazdığıyla değil, kişisel deneyimlerimizle alakalıdır. Milliyetçilik, örneğin, bir Türk olarak bütün Türklerin bizim doğal sevgi nesnemiz olduğunu söyler. Ama bütün Türkleri sevme ihtimalimiz yoktur. Tıpkı bir Alman’ın tüm Almanları, bir İspanyol’un tüm İspanyolları sevemeyeceği gibi. Sürekli yüksek sesle müzik çalan alt komşumuz Türk’tür ama toplu yaşam kurallarına saygı duymayan biri olduğu için onu sevmeyebiliriz. Çocuğumuzun okulunda akran zorbalığı sebebiyle sürekli uyarı alan çocuğun babası Türk’tür, ama ağzından “aslan oğlum benim” demek dışında bir şey çıkmayan bu babayı sevmeyebiliriz. Ölçüsünü aldığı dolabı, söz verdiği tarihten 2 ay sonra bile hala hazırlamayan marangoz Türk’tür ama iş ahlakına sahip olmadığı için onu sevmeyebiliriz. Diğer taraftan, evinden mis gibi kurabiye kokuları eksik olmayan ve her seferinde bize de ikram eden karşı komşumuz Musevi Ester Teyze’yi çok seviyor olabiliriz. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığımız, ama her sabah yolda karşılaştığımız, bize kırık Türkçesiyle ve her daim güler yüzüyle günaydın diyen Afro-Amerikalı genç kızı seviyor olabiliriz. 

Benzer şekilde, Filistinli olabilir ama Hamas’ı desteklemeyebilirsiniz. Arap olabilir ama bir devlet olarak Filistin’i desteklemiyor olabilirsiniz. Arap olmayabilir ama Filistin’in var olma hakkını yürekten savunuyor olabilirsiniz. İsrail’de yaşıyor olabilir ama Yahudi olmayabilirsiniz. İsrail’de yaşayan bir Yahudi olabilir ama Netanyahu’yu ve genel olarak İsrail’in Filisitin’e yönelik devlet politikasını desteklemiyor olabilirsiniz. İsrail’de yaşayan, devlet politikalarına mesafeli bir Arap olabilirsiniz. İsrail’den ve Filistin’den ayrılmış, gayet iyi koşullarda, Batılı bir ülkede yaşıyor ve iki tarafı da haksız buluyor olabilirsiniz. Ne Yahudisinizdir, ne de İsrail’de yaşıyorsunuzdur ama İsrail’i haklı görüyor olabilirsiniz.  

Uzmanlık alanım uluslararası ilişkiler olmasına rağmen, naif şeyler mi yazıyorum acaba? Doğru, kimimiz uluslararası ilişkiler uzmanı, kimimiz gazeteci, kimimiz stratejist, kimimiz siyasetçi, kimimiz asker, kimimiz kritik görevde bir bürokrat, kimimiz silah tüccarı olduk. Ve hepimizin aslında insan olduğunu unuttuk. İnsan… Ne büyüleyici bir varoluşsun ve ne büyük bir hayal kırıklığısın. 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün