Sebla Selin Ok
Milli egemenliğin hâkim kılındığı bir yönetim anlayışı olarak, halkın adalet ve refahı sağlayacağına inandığı kişileri seçme özgürlüğüyle kendi kendini yönetebilmesini, ilkelerin en başında tutan Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında kurduğu Cumhuriyet ne mutlu ki bugün 100. yaşını kutlamakta. Buna şahsım adına tanık olmanın tarifsiz onurunu yaşadığımı belirterek başlamak isterim.
Atatürk, Cumhuriyeti “fazilet ve ahlaka müstenit bir idaredir” şeklinde tanımlamaktaydı. Fazilet ve ahlak, insanlarla iyi ilişki kurmakla bütünlenen saf güzelliğin, toplumun ruhuna ve görünümüne işlemesi adına Atatürk’ün ifadelerinde bir gereklilik olarak öne çıkıyordu. Bu bakımdan da kültürel değerlerle bağıntılı düşünülmesi gereken kapsayıcılığı, ona belki de asıl bilgelik vasfını kazandıran özelliklerinden biriydi. Öyle ki Cumhuriyet Dönemi anayasalarını oluştururken kullanılan Türk ifadesinin, tüm etnik kökene sahip toplulukların Türk milli kimliği altında eşit haklara sahip üyeler ve eşit yurttaşlar olarak kabul edilmesi en önemli değerdi. Toplumdaki tüm bireylerin kanunlar önünde eşitliği ve toplumda eşit haklara sahip olması, ayrıcalıklı bir sınıf varlığının reddi, insanca yaşam hakkı gibi temel insan haklarının güvenliği, birey ve devlet ilişkisi dahil insanlar arasındaki ilişkilerin kanunlar nezdinde düzeni, toplumun tüm vatandaşlarının düşünce, inanç ve ifade hürriyeti diğer temel değerler olarak sıralanmaktaydı. Tüm bu insanca, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı önceleyen değerler, Türk Yahudileri için de Osmanlı’dan bu yana bağlılık ve aidiyet duydukları vatanlarının toplumsal yaşamına katılımını her bakımdan daha da güçlendiriyordu. Atatürk’ün öne çıkardığı bu değerler sistemiyle kurulan Cumhuriyet, çok kısa sürede Türk toplumunu kalkınmış ve imrenilen bir ülke pozisyonuna taşıdı. Mustafa Kemal Atatürk’ün toplumun farklı etnik ve kültürel üyelerini bir arada çalışmaya, üretmeye dair kurduğu bu ideal hem bilim ve felsefe hem de sanatlar özelinde kısa zamanda eşsiz çalışmalar üretilmesini sağladı.
ATATÜRK’ÜN SANATA VERDİĞİ DEĞER
Atatürk, bir toplumun değerini ortaya koyması ve gelişmişliğini tanımlaması bağlamında sanatlara ayrıcalıklı bir yer veriyordu.
Atatürk’e göre sanat bir duygunun, bir güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerden oluşan bir bütündü. Toplumsal bağlamda sanat bir tutkal görevi görüyordu. Geçmişi, şimdiyi, yarını bir sanatçının eşsiz önermeleriyle birleştiren bir tutkal… Hem içinde yaşadığı sanatçıyı etkileyen hem de sanatçıların yaratıcı öngörülerinden, eleştirel bakış açılarındaki estetik vurgulardan etkilenerek gelişen bir toplum bilincini yeşertmek Atatürk’ün söylemleri arasındaydı. Bu açıdan bakıldığında sanat bağlamında dönemin ruhunu temsil eden ve özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi değerleri eserlerinde konu olarak işleyen sanatçının varlığı da en güçlü şekilde onanıyordu.
Çağdaşlığı özümsemiş olan Atatürk öncelikle Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatrosu ve senfoni orkestraları kurarak dans ve müziğin birleştiriciliğinden güç almak istedi. Modernleşmenin de bir göstergesi olarak değer verdiği dans ve müziğin kişisel olarak da yaşamının bir parçası olduğu bilinir. Bu bağlamda Türk Yahudilerinden bir besteci, hazan ve haham olan İzak Algazi’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim ve öğretim kurumlarında faal bir rolü olduğu izlenir. Yahudi toplumuyla devlet yönetiminin ileri gelenleri arasındaki ilişkileri geliştirmeye çalışmıştır. Atatürk’ün modernleşme düşüncelerinin ateşli bir savuncusu olmuş, müzik, edebiyat, tarih, felsefe bilgisiyle Cumhuriyet aydınları arasında kendisine bir yer edinmeyi başarmıştır. 1933’te, Klasik Türk Müziğini seven Atatürk’ün huzurunda, Dolmabahçe Sarayı’nda Klasik Türk Müziği eserleri okumuş ve tarihi hakkında örnekler vererek Atatürk’le engin bilgi paylaşımında bulunmuştur. Keza Mısırlı İbrahim Efendi de Klasik Türk Müziği konusunda son büyük udilerinden olarak bilinir. Sinagoglarda seslendirilmek üzere bestelenmiş dini eserleri de dahil birçok eseri mevcuttur. Ayrıca milli mücadelede orduya katılıp bando şefi olarak görev yapması dolayısıyla da anılan önemli bir sanatçı olmuştur. Edirneli Haim Efendi de Türkçe, Arapça, İbranice ve Ladino dillerinde yaptığı düzenleme ve bestelerle Türk Yahudileriyle toplumun diğer kesimleri ve kültürleri adasındaki köprüyü müzik aracılığıyla kuran önemli müzik insanlarından biridir. Bu örneklerin her biri tarihsel açıdan çok önemli yer tutar ve eminim geçmişe yönelik araştırmalarla bu literatür daha da zenginleşecektir. Ben bu anlamda günümüz sanatçılarının bu mirası gönülden nasıl geliştirip sürdürdüklerine değinmek istiyorum. Sanatlar aracılığıyla Atatürk tarafından atılan sağlam temellerin ardından özellikle yüzyılın ikinci yarısından günümüze dek tarih sahnesinde çok sayıda kıymetli Türk Yahudi sanatçı sayısız eser vermektedir.
100. yılı dolayısıyla çağdaş sanatçıların Cumhuriyet’in değerleriyle bütünleşen çalışmalarını kısaca anmak bu açıdan anlamlıdır.
Cumhuriyet dönemi ve kazanımları bağlamında tiyatro, opera ve bale alanında önemli eserler veren Jak Deleon’un, özellikle bir akademisyen olarak toplumda özel bir yeri vardır. Sahne sanatları tarihi üzerine çok sayıda kitaba imza attığı gibi ‘Atatürk ve Dans’, ‘Leyla ile Mecnun’ gibi balelerin librettosunu yazarak, bu değerli eserlerin yaratımındaki rolüyle büyük katkı sağlamıştır. Çok değerli bir müzik insanı olan Renan Koen de özellikle kendi ailesinin hikayesi üzerine kurguladığı ‘Köprüler ve Kayıp İzler Gizli Anılar’ adlı çalışmalarıyla, Ege, Ortadoğu, Anadolu gibi çeşitli bölgelerdeki Sefarad otantik halk ve sinagog ilahilerini kendi bakış açısıyla derleyip bestelediği, icra ettiği ve farklı kültürel enstrümanlarla zenginleştirdiği eserleriyle bu coğrafyanın insanını tanıtarak kültürleri kaynaştıran bir dil oluşturur. Dünyaca ünlü heykeltıraş Nadia Arditti içinse uzun yıllar ayrı kaldığı Türkiye'nin özel bir yeri vardır. “Döndüğümden sonraki ilk yıllarda bir ressam arkadaşımla birlikte İstanbul sokaklarında, özellikle Sultanahmet ve Ayasofya civarında dolaşırdım. Kaldırıma oturup resim yapardık. Çocuklar bize yakındaki evlerden çay getirirlerdi” diye anlatır ve eserlerine daima ait olduğu bu topraklardaki köklerinin ilham verdiğini belirtir. Fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar da sanata yaptığı katkılarla Cumhuriyetimizin değerli sanatçıları arasında yer alır. ‘Sevgili İzmir Beni Tanı: Dünden Yarına İzmir Yahudileri’, ‘Renkli Türkiye’, ‘Türkiye Sinagogları’, ‘Paylaşılan Kutsal Mekanlar’ vb. birçok fotoğraf projesiyle önemli bir görsel tarih armağan ettiğini söylemek doğru olur. Bir diğer fotoğraf sanatçısı Alberto Modiano, ‘KULA 930 Tarihten Yüzler’, ‘100 YAHUDİ YÜZ’, ‘Zaman ve Mekân İçinde Musevilik’ gibi çalışmalarıyla zengin bir görsel dil oluşturmuştur. Karikatür sanatçısı İzel Rozental da kalkınmanın önemli bir parametresi olan çağdaş eleştirelliği yaratımlarının ana ekseninde ustalıkla yansıtan çok yönlü bir sanatçı olarak benzer değerleri çağdaşlarıyla paylaşmaktadır.
Alberto Modiano
Asıl söz etmek istediğim çalışma ise sona bırakarak ve benzerlerini daha sık görmeyi arzu ederek değineceğim ‘Traces of a Multicultural Heritage’ isimli Türk-Sefarad sanatçılar sergisidir. Bir araya gelme nedeni tam da konu aldığım Cumhuriyet’in ve bu toprakların değerlerini buluşturmayı amaç edinmiş bir çalışma olan sergide Habib Gerez, Bubi, İzzet Keribar, Esti Saul, Eti Koen, Seyfi İşman, Moris Sabaner, Lina Basmacı, Sara Özsarfati, Milen Franko, Perlet Boveland, Şeyla Gülman Niyego, Suzi Mitrani, Verda Habib, Sara Aji, Mara Gülerşen, Dalya Anter Baruh, Sera İllel, Rosy Maçoro, Nelly Yaffe, Elda Fresko, Hilda Uziyel, Niso Maçoro, Jak Baruh, Salvator Barki, Henri Kandiyoti, Tuna Angel, Tania Sisa, Sibel Razon, Lidya Kohen, Rozita Kasuto, Jinet Halyo Toledo ve serginin hem küratörü hem sanatçısı olan Terry Katalan dahil her biri kendi alanlarında uluslararası başarılara imza atmış sanatçılar yer almaktadır. “Serginin ruhunu oluşturan eserlerle birlikte eserleri anlamlı kılan, bünyelerinde taşıdıkları öykülerdir. Sergide geçmiş, gelecek, günümüz iç içe yer alıyor” şeklinde betimleyen Terry Katalan, yaşadığımız ülkenin tarihî zenginliğe dikkat çektiğini dile getirmektedir ki bu açıdan örnek bir çalışma olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda verilecek örnekler ve sanatçılar tabi ki çoğaltılabilir ya da konuyu yeniden ele alacak kişi özelinde tamamen farklı bir derleme de yapılabilir ancak eminim her bir yeni katkı yine çoğulculuğa yapılan vurguyu besleyecektir.
Terry Katalan
Sanatlar aracılığıyla yüceltilen böylesi bir bilinç Antik Yunan’dan günümüze dek iyi’yle bağlantılanan sanatla yakınlık kurar.
Sanat bağlamında güzelliği bütünleyen sonsuz miktarda iyi’den bahsetmek mümkündür ve bu da insanı sonsuz miktarda ilişki kurma deneyimiyle karşılaştırır. Burada Atatürk’ün sanatlar dolayısıyla ele aldığı ölçütte güzellik ve sanat birliği bu çoğulcu ve evrensel düzeydeki iyi ilişkiyi görünür kılar. Bir bakıma sanatlar dolayısıyla toplumu incelemek tüm insanlığı incelemek demektir. Sanatın çoğulculuğunu ortaya koyarken güzelliğin asıl bu çoğulcu anlayıştan ve ürettiği iyi ilişkilerden kaynaklanabileceğini düşündürür. Bu çoğulcu yaklaşımın önemi, her bir bireyin görüşünün eşsiz olduğunun kabulüyle farklılıkların görünür hale gelmesidir. Bu farklılıklar erdemli birer insan olmaya ulaşma idealiyle, güzelliği bozan pürüzlerden ve yanıltılardan kendimizi kurtarmak, korumak için harcanan her bir çabayı işaret etmektedir. Her bir çaba bu şekilde birbirine eklenmekte ve yaşadığımız toplumları barış ve mutluluk yuvasına dönüştürebilme umudunu canlı tutmaktadır. Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak hedefi sanatlara verdiği değer bakımından bu şekilde de okunabilir ve toplumun bu çok sesli varlığı ancak sanatın içinden konuşulan bu özel dil aracılığıyla yüceltilebilir.