Büyük çoğunluğu 1922-1927 yılında, Atatürk henüz İstanbul’a gelip gitmezken (1919’da ayrıldıktan sonra ilk kez 1927’de dönmüştür İstanbul’a) Ankara’da gerçekleştirilen, o zamanlar, bugünkü dilde ‘dönüşüm’ (‘transformasyon’) anlamına gelen fakat yüklenen şiddet ve vurguyla ‘devrim’ manası kazandırılan ‘inkılaplar’ bir bütün olarak ‘Kemalist devrim’i meydana getirir.
İnkılapların gerçekleştirildiği sırada ‘Kemalizm’ diye bir kavramın henüz bulunmaması, kavramın a posteriori, yani işler olup bittikten sonra geliştirilmesi, bugün inkılapların o adla anılmasını engellemez. Kemalizm, 1927’de ‘dört ok’un (cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, milliyetçilik) üstüne 1931’de iki okun daha (devletçilik, inkılapçılık) eklenmesiyle birinci evresini tamamlamıştı. Altı Ok, 1935 ve 1937’de, parti-devlet bütünleşmesi ve ideolojinin bürokratizasyonu anlamına gelecek şekilde Anayasa’ya eklenmiş ve resmî ideoloji niteliğini kazanmıştı. İnkılapları bu bünyeden ayrı düşünmek yanlıştır. (Geçerken belirtelim, ‘dil inkılabı’ nedeniyle ve 1934’te çıkarılan Soyadı Kanunu ertesinde Atatürk adını ‘Kamâl olarak değiştirmiş, programda da ilkeler ‘Kamâlizm’ adıyla yer almıştır.) Kemalizm, Atatürk’ün 1939 CHP kurultayında oluşacak parti programı için 1937’de yaptığı çalışmalarda (Atatürk’ün Toplu Eserleri, Cilt 29. Kaynak Yayınları) bu anlayışla ve şekilde bizzat tanımlanmıştı.
Kemalist devrimlerin gerçekleştirilen inkılaplar olarak düşünülmesi doğrudur ama eksiktir. Şapka, harf, takvim, ölçü alanlarındaki değişiklikler önemlidir ama bir ‘devrim’ düşüncesi oluşturmaz. İnkılap dönemi içinde yer alan en önemli hamle alfabe değişikliğidir. Girişim son derecede cesur ve radikaldir. Yine de devrim değildir. Devrimler günlük hayata ve yaşama biçimlerine müdahale eder. Müdahaleler, devrimlerin getirmek istediği ideolojiyi insanların yaşantısında tecrübe etmesini sağlar. Fransız Devrimi de Rus Devrimi de Çin Devrimi de bu doğrultuda gelişmiştir.
Literatürdeki anciens-modern, eski-yeni tartışmasını başka bir noktada temellendirmek de olanaksızdır. Her devrim ‘modern’dir, dönüşümü öngörür ve beraberinde ‘novum organum’ (yeni enstürman) getirir. Temel kabullere göre yeni yaşamı izlemek devrimcilik direnmek muhafazakarlıktır. Kemalist inkılapların da Francis Bacon’un kitabının adına atfen söylersek bu novum organum’u günlük yaşama müdahale eden değişikliklerle icra ve ifa ettiği açıktır.
Her şeye rağmen o müdahaleler devrimin ancak taşıyıcı payandalarıdır. Çünkü gerçek manasıyla devrim siyasal sistemin değiştirilmesidir. Kılık kıyafetin değiştirilmesi gerçekten de inkılaptır, bir şeyin diğerine kalbedilmesi, dönüştürülmesi. Devrimse ihtilaldir, siyasal sistemin gerekiyorsa kanla, kanunla ve darbeyle öncekiyle ilişkisi olmayacak şekilde yeniden tanımlanması.
Kemalist devrim esasen üç ama bir eklemeyle dört noktada teşekkül eder ve birbirini tamamlar. İlki, Saltanatın kaldırılmasıdır. İkincisi, Hilafetin ilgasıdır. Üçüncüsü Cumhuriyetin resmi rejim olarak ilanıdır. Dördüncüsü Medeni Kanun’un kabulüdür. Küçük, günlük hayat yönetimi anlamına gelen inkılaplar arasında da sayılabilecek ama büyük kategoriye eklenecek son atılım ise kadınlara siyasal haklarının verilmesidir. Ana devrimi bu çerçeve meydana getirir. Bu açılımların kurduğu yeni rejimin öncekiyle alakası yoktur, bu nedenle Kemalist ihtilalden söz etmek yanlış değildir. Kemalizm bu bütünün adıdır ve Altı Ok onun kısa tanımıdır.
Cumhuriyet bu yapının temelidir. Osmanlı modernleşmesinin ortaya çıkışını da belirleyen, Namık Kemal’den başlayarak hemen tüm Osmanlı modernleştirici siyaset düşünürlerinin ele aldığı Cumhuriyet kavramının yönetim biçimi olarak teşekkülü siyasal kuram açısından çok ciddi bir kavrama yaslanır: ulusal egemenlik. Bizde yanlış biçimde, negatif bir anlam yüklenerek ve başörtüsü gibi sembollerle bütünleştirilerek tartışılan laiklik kavramının özünü de onlarla hiç ilişkisi olmayan bu kavram yani ulusal egemenlik meydana getirir.
Dünyada farklı cumhuriyet uygulamaları olduğu gibi devletle dini bütünleştiren demokrasi uygulamaları da mevcuttur. İngiltere’de kralın hala kilisenin başı olması, birçok Avrupa ülkesinde cumhuriyete rağmen monarşilerin devamı ve nihayet yine İngiltere’de görüldüğü gibi cumhuriyetin olmadığı bir demokrasi ve laiklik düşüncesi Türkiye’deki modeli kesin şekilde Fransız modeline bağlar.
Laiklikle cumhuriyet arasında doğal, kendiliğinden ve kuramsal bir illiyet yoktur ama padişahlığın ve hilafetin kaldırılması bir tür sivilleşmeye tekabül ettiği, ulusal egemenlik göksel egemenliğin yerini aldığı için laiklik, benim tanımımla dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklamak ve yönetmek anlamına gelir. Gerçek manasında laiklik budur. Ulusal egemenlik de yönetimin Tanrısal bir irade, şart ve tanımla değil halkın, ulusun iradesi olduğundan sivildir ve laiklikle ilişkisini bu şekilde kurar.
Böyle bir açıdan ele alırsak Türkiye’de cumhuriyeti hazırlayan Kemalizmin henüz felsefi arka planıyla tanımlandığını söyleyemeyiz. Bugün vurgulanan unsurlarla Kemalizm’e atfedilen anlamlar daha ziyade şematiktir ve zamanında İlhan Selçuk’un geliştirdiği bir kavramlaştırmayla ‘gardropçu’ yaklaşımdır. 19. yüzyıl Pozitivizminin etkisi altında biçimlenmiş bir düşünce sistematiği olarak Kemalizm kendi iç radikalizmini yaşamış, onu doğrudan doğruya Cumhuriyetle özdeşleştirmiştir. Fransa’da da ‘cumhuriyetin ilkeleri’ şeklinde bir söylem vardır, Türkiye’de ise ilkeler Cumhuriyet’e değil Kemalizm’e atfedilir ki, bu durum, özgün şartlardan türemiş bir durumdur ve bu yanıyla Kemalizm’le Cumhuriyet’in özdeşliğinden olduğu kadar Kemalizm’in Cumhuriyet’e öncüllüğünden de söz edilebilir.
Cumhuriyet’in ilk yüz yılında elimizdeki en önemli olgu yurttaşlıktır. Osmanlılar cumhuriyeti düşünmüştür ama her şeyi İslami hukuk çerçevesinde mütalaa ettiğinden yurttaşlık kavramını bilememiştir. ‘Vatan’ kelimesinin bile bin bir çabayla bulunduğu bir kültürde ‘vatandaş’ çok uzak bir hayaldir. Ama Namık Kemal’in açtığı bu kapıdan giren Türkiye Cumhuriyet ‘vatandaş’ını yaratmasını bilmiştir. Öylelikle de Cumhuriyet milli burjuva devrimine dönüşmüştür.
Buradan devam edersek Cumhuriyet envanterinin en önemli iki olgusunu milliliğin ve devletin meydana getirdiğini belirtelim. Gerçekten de İttihat ve Terakki’nin biçimlendirdiği Türkçülük kavramı Cumhuriyet’in aldığı en önemli mirastır. Cumhuriyet tamamıyla bir ulus-devlet oluşturma projesidir. Zaman zaman Cumhuriyet’in gizli, örtülü, gölgeli yanlarına da (özellikle azınlıkla yönelik olumsuz hareketler) açılan bu millilik onun İttihat ve Terakki ideolojisinden aldığı en ağır mirastır. ‘Milli sermaye’ kavramıyla kendisini ifade eden bu görüş toplumun homojenleştirilmesinde çok önemli rol üstlenmiştir.
İkinci olgu devlettir. Zaman zaman çok hayali ve içi boş bir şekilde ‘kerim’ sıfatı yüklenerek anımsanan, öyle olmasa da büyük ve çok önemli, çok güçlü bir gelenek kurduğu, onunla bütünleşen bir medeniyet yarattığı kesin olan Osmanlı devlet sistemi, Cumhuriyet’e Weberci bir modernleşmeyle çerçevelenerek intikal etmiştir. Osmanlı Devleti kerim değildi, ceberruttu. Cumhuriyet’in devleti ise kendisini öne alan ve bu tarzından taviz vermeyen bir anlayışa sahipti.
Sermayeyi ve yurttaşı devlet yaratmıştı, onların üstünde ‘icbar’ hakkı da olmalıydı. Devlet, Türkiye’de neredeyse yasanın da üstünde yurttaşı tayin eden bir varlıktır. Modernizmin devletle olan irtibatı düşünülürse Türkiye’deki uygulamaların temel dürtüleriyle yanlış olmadığını söylemek kabildir. Kaldı ki, cumhuriyet Türkiye’de tüm kurumları ve kavramlarıyla modernist bir projedir. Tüm modernist projeler gibi sistemin elitler eliyle gerçekleştirileceği düşünülmüştür. Halk ve halkçılık ise ‘halka rağmen’ düşüncesiyle tasarlanmıştır. Ama artık cumhuriyeti demokrasiyle ve liberal bir devlet anlayışıyla bütünleştirmenin zamanı gelmiştir.
Buraya şunu ekleyelim. Maalesef Türkiye’deki tartışmalar henüz bu noktada değil ama cumhuriyetle devlet birbiriyle örtüşen, birbirini besleyen iki kavram değildir. Olsa olsa birbirine karşı iki kavramdır. Cumhuriyet devletin üstündedir. Res publica’nın anlamı budur. Fransız Devrimi bize bunu öğretmiştir. Fakat şu yukarıda değindiğim devlet çelişkisinin ne kadar ağır olduğunu ‘Türkiye Cumhuriyeti devleti’ tabirinden de anlayabiliyoruz. Devletin cumhuriyeti, cumhuriyetin devleti olmaz. Bir ülkenin cumhuriyet olduğundan söz edilebilir ve o cumhuriyet kurucu ulusun adıyla anılabilir. Amerikan Cumhuriyeti, Roma Cumhuriyeti denir de Amerikan Devleti Cumhuriyeti veya Amerikan Cumhuriyet Devleti denemez. Türkiye Cumhuriyet Devleti, devletin cumhuriyetle kurduğu sorunlu ilişkiyi göstermesi bakımından ayrıca ele alınması gereken bir işarettir.
Cumhuriyet’in ilk yüz yılı bize böylesi bir dünya kurdu. Bu dünya temel niyetleri, özlemleri, hayalleri ve hedefleriyle güncel ve çağdaştır. Kadrolarını da aynı ülküler doğrultusunda yetiştirdi cumhuriyet. Fakat o kadrolar özellikle sosyolojideki dönüşümlerle kimi kısıtlamalar da yaşamıştır. Özellikle askeri darbeler sonrasında ortaya çıkan durum devletin katı hakimiyetini daha da güçlendirmiş, sivilliği sürekli olarak ertelemiştir.
Daha da vahimi, maalesef cumhuriyetin yine devlet eliyle aydınlarını sürekli olarak tahrip etmesidir. Cumhuriyetin her on yılı başka bir gerekçe altında (komünizm, şeriat, anarşi) aydınlarını yok etmekle meşgul olmuştur. Kurucu Cumhuriyet ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ nesiller tasarlarken bürokratik cumhuriyet ‘komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz’ diyebilmiştir. Cumhuriyet döneminde görülen ve dile getirilen eksiklerin ana nedeni ülkede demokratik, özgürlükçü, gerçek bir solun bulunmamasıdır.
Tüm bu nedenlerle Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına girerken en önemli hedef cumhuriyetin sivilleşmesi, çok söylendiği gibi demokrasiyle bütünleşmesidir. Henüz gerçekleşmeyen bu bütünleşmenin zaman daha gecikmemesi gerekir. Ne var ki, sivilleşme ve demokrasi popülizm anlamına gelmez. Zaten gerçek bir demokratizasyon evvela popülizmi engeller. Devletin kontrol sınırlarının daraltılması, sivilleşmenin kurumlar aracılığıyla da berkitilmesi demokratik cumhuriyetin gelişmesi bakımından şarttır. Bunun da özgürlükçü bir anlayışı beklediği ve gereksindiği açıktır.
Cumhuriyet büyük bir projedir ve bahsettiğimiz kısıtlarına rağmen başarılıdır. İlk yüz yılda daha fazlası yapılabilirdi demek spekülasyon olur. Önem taşıyan husus ikinci yüz yılın somut ve gerçekçi planlamasını yapmaktır. Bunu da belirttiğim gibi, sivillik, liberalleşme ve sosyal demokrasi üstünden düşünmek gerekir. Cumhuriyet ikinci yüz yılda gök kuşağının altından geçecektir. Bu kaçınılmazdır, çünkü doğaldır.
Cumhuriyet’in ilk yüz yılı da ikinci yüz yılı da kutlu olsun.