Ay sonunda Türkiye Cumhuriyet’in 100. yılını kutlayacağız. Bunun heyecanını yaşamak Cumhuriyet ile kazandığımız değerleri hatırlamak için önemli. Genç ve dinamik nüfusumuz var. Bunlar ancak iyi yetişirse bir zenginlik, bağnazlaştırılsa bir kayıp. Ayrıca Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğan ve tarihin canlı tanığı olan yaşlı bir nüfusumuz var. Onların gözlerini açtığı Türkiye yeni kuruluyordu. Yıllarca süren savaşların zorluğu, her eve bir şehit yası, dul ve yetim sancısı bırakmıştı. Keşke okullarda çocuklara aile büyükleriyle söyleşi yaptırma geleneğimiz olsaydı da siyasi boyutunun ötesinde Cumhuriyet’in insanların özel yaşamına katkısını daha iyi görüp, erdemini özümseyebilseydik! 100 yıllık Cumhuriyet’i kuranları tanıma şansı yaşayanlar, onunla kazanılan hak ve özgürlükleri, fırsat eşitliğini, eğitim, sağlık ve aile yaşantısındaki öznel değişimi, modern kurumlarla yaratılan farkı ve kadının toplumdaki rolüne verilen önemi anlama ayrıcalığına sahipti. Cumhuriyet yönetimi ülkeyi küllerinden yeniden şekillendirdi. Elde kalan son vatanın ‘vatandaşı olmak’ önce kulluktan kurtulmanın beratı olarak Cumhuriyet’in erdemiydi. Bu erdemi içselleştirenler şimdi yapılan hataların açtığı tehlikeli gedikleri daha kolay görmekte. Kurucu kuşağın yüreğinde büyük zaferin gururu, gelecek umudu ve kurtarıcı Ata’ya derin saygı ve sevgi vardı. Cumhuriyet’in 3. kuşağı olan bizler, ilk kuşağı tanıdık. Bu nedenle bizim için Ata mirası Cumhuriyet’in anlamı büyük. 100 yıllık tarihin son 65-70 yılını bilenler eminim benimle bu duyguyu paylaşacaktır.
Anıların Süzgeci ve Gözlemlerin Merceğinden Cumhuriyet
Türkiye 100 yıl önceki ülke değil. 100 yıl önce ölçüler çok daha küçük, beklentiler çok daha az, ama umutlar çok daha büyüktü. 1950’li yılların anıları Cumhuriyet erdeminin, çoğu Osmanlı askeri ve siyasi eliti olan kurucu kadrodan ve onların vatan aşkından kaynaklandığını düşündürür. Kurumları ve kurumsallaşma geleneğini, ‘çağdaş uygarlık’ hedefiyle işte o kadro yerleştirdi. Onlar yoksul vatanda yolsuzluğa sapmadan, kişisel çıkarlara tamah etmeden, ellerindekiyle yetinerek devleti yönetti. İmparatorluktan yeni Türkiye’ye coşkuyla katılan elit, ideolojik veya dogmatik olmayan inançlı bir kuşaktı. Dini devlet işlerine alet etmez, kimsenin inancını, mezhebini, etnik kimliğini sorgulamazdı. İnsanları değiştiremeyeceği kimlikleri ve fiziksel görünümleriyle değerlendirmeyi imparatorluktan edindikleri öğretiyle günah sayarlardı. Oysa Osmanlı’yı bilmeden yüceltenler bunu dahi takdirden aciz. Onlar birbirlerine ve büyüklere karşı saygılı, küçüklere karşı şefkat ve sevgi doluydu. Zaten ‘Andımız’ ulus devlet değerlerini içselleştirmek için o dönemde kaleme alınmış ve ilk defa 23 Nisan’ın 10. yılında okunmuştu. Andımız’la üç kuşak yetişti. Ne zararı oldu? “Türküm” demek başka kimlikleri hor görmüyordu ki! Türk sözcüğü “Ne Mutlu Türküm Diyene” öğretisi ile öğretildiği için son vatana her yerden, her yönden gelen, her çeşit insan için önemli bir vatandaşlık bağıydı. ‘Küreselleşmeye uyum’ kisvesiyle adeta taviz verilircesine 2013’te kaldırıldı. Cumhuriyet’in yaratmaya çalıştığı ulusal kimlik aşınmaya başlayınca dini kimliklere savrulma da ivme kazandı. Din ve inanç bezirgânlığına savrulan saygı ve sevgisizlik Cumhuriyet’in erdemine karşı işlenen büyük bir haksızlık oldu.
Tevazu ve Tasarruf yerine Kibir ve “İtibar için İsraf”
Tasarruf seven, iyi eğitime ve kültüre değer veren bir kuşaktı Cumhuriyet’in ilk kuşağı. II. Dünya Savaşı yıllarında cumhurbaşkanının çocuklarıyla aynı okula giden ikinci Cumhuriyet kuşağı, onların da babalarının kaputundan bozma palto ve pençe yapılmış ayakkabıyla gezdiğini, zorluğu paylaşmada bile adaletin gözetildiğini anlatırlardı. Ben de 65 küsur yıl önce görevdeki bir maliye bakanının mahalle kasabına kendi gelip alışveriş yaptığını hatırlarım. Eşi de makam arabasıyla değil, kısmen yürüyerek işine giderdi. Koruma kortejleri ve lüks arabalarla müsrif gövde gösterileri henüz öğrenilmemişti. Gelişen Türkiye birçok alanda daha yüksek çıta göğüslemeye başlasa bile hala köylü bir toplumdu. Büyük şehirlerde sırtında yatağı ile yarım pabuç ve yamalı elbiseyle dolaşanlar varken o inançlı, ama inancını reklam için kullanmayan siyasiler için israf haramdı. Âleme idareli olma talkını verip, kendileri aşırı tüketmeye utanmayan, kendi maaşlarına zam yaparken ücretliye, emekliye hasis davranan siyasileri ise hiç hatırlamam. Gururlu olmak bir Cumhuriyet erdemiydi. Ama ‘kibir’ günah sayılırdı. Cumhuriyet’in ilk kuşağı, minarelerden “Mağrur olma padişahım. Senden büyük Allah vardır” uyarıları duyarak büyüdüğü için ‘tevazuun’ erdem olduğunu düşünürdü. İşte bu da Cumhuriyet’e aktarılan bir erdemdi. “Sen kimsin?” veya “haddini bil” aşağılama ve azarlamaları siyasi hitabete henüz girmemişti. Cumhuriyet’i tevazu, görgü, bilgi ve liyakatle kutsama 1960’lardan 1990’ların ilk yarısına kadar sürdü. Ama 1990’ların ikinci yarısı “paran kadar konuş” sığlığına kapıldı. Türkiye şimdi 100 yıl öncesinden çok daha zengin. Ama zenginlik, ülkeye görgü, nezaket, kurallara ve kanunlara saygı kazandırmadı. Bu da 2000 sonrasının Cumhuriyet’in erdemine karşı kurduğu bir tuzak. Sıradanlık, şark kurnazlığı, bir iki sembole ve hurafeye indirgenen inanç ve dini kisveye büründürülen bozuk ahlak pusulası da 100. yılında Cumhuriyet kazanımlarına yönelik tehdit oldu.
100 Yıl Önce, 100 Yıl Sonra
Yedi düvele karşı büyük bir kurtuluş savaşı veren, ülkeyi yeniden kuran ve Cumhuriyet rejimini benimseyen Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet’in en önemli erdemiydi. Böylesine ‘kurucu kimliği’ olan bir meclisin yapısıyla oynanması, üye sayısı artarken yasama erkinin büyük ölçüde tek bir kişiye devredilerek etkinliğinin aşındırılması, şimdi Cumhuriyet’in erdemi için büyük bir tehlike, keyfiliğe açılan kapı ve kuvvetler ayrılığına yönelik bir tehdit. Bir başka büyük tehdit ise insanları kamplaştırarak “yurtta barış” ilkesinin ihlali ‘bölgesel güç’ olma abartısını kişisel ihtiraslarla birleştirip “bölgede ve dünyada barış” kurucu ilkesini ihlal etmekse affedilmez bir hata. ‘Pro aktif’ olma iddiasıyla kaynakların sınır ötesi çatışmalara israfı 100 yaşına basan Türkiye Cumhuriyeti için yüksek bir maliyet. 100 yıl önce beş-altı cephede savaşarak bu vatanı ve Cumhuriyet’i kuran kuşağın kemikleri, 100 yıl sonra Türkiye üç-dört ayrı cepheye asker göndererek her gün şehit verdiği için sızlıyor olmalı. Bütün bunlara rağmen coşku ile Cumhuriyet’in 100. yılını kutlarken Atatürk ve kurucu kadroyu şükranla anmak ihmal edilmemeli.