Portekiz´in iki büyük şehri -Porto ve Lizbon´da, denizin, tarihin, alışverişin iç içe olduğu, lezzetli yemeklerin süslediği beş günlük gezi, arkasında harika anılar bıraktı.
Uzun zamandır BTS (Bir Tutkudur Seyahat) grubumuzla geziye çıkamamıştık. Grup içinde yaptığım nabız yoklamasında yapmayı planladığım Portekiz gezisi için çoğunluk olur cevabı vermişti. Hareket günü, şehirler, turlar vs derken harika bir ön çalışma yapmaya başladım. Gitmeden son toplantımızı bize eşlik edecek olan rehberimiz, damadım Hayati ile birlikte Zoom üzerinden yaptık.
Nihayet hareket günü geldi çattı. Tam vaktinde kalkan uçağımız yaklaşık dört saat sonra Porto’ya indi. Pasaport işlemi ve valiz bandından çabuk çıktık. Hemen bizi bekleyen otobüsümüze binip Porto panoramik turuna başladık.
İlk durağımız Dom Luis I Köprüsü oldu. Köprü üstünde ilk grup fotoğrafımızı burada çektik.
Porto Katedrali, Borsa Sarayını fotoğraflayıp, tarihi Sao Bento Tren Garına geldik. Duvarlarındaki seramik üzerine yapılan resimler harikaydı. Tren garı çıkışı rehberimiz bizlere meydandaki bir fırından Portekiz’in spesiyalitelerinden olan Pastel de Bacalao alıp tattırdı. Buradan Ribera bölgesine Douro Nehri sahiline geldik. Kimileri sahildeki lokantalara kimiler civarındaki kafelere gitti. Biz rehberimiz Hayati ile birlikte Ribera bölgesindeki Tapas 64 adlı kafeyi tercih ettik. Tadımlık başlangıç olarak, Sardalyeli Bruscetta Tapas, Mozarella, domates, taze fesleğenle hazırlanmış Caprese salatası aldık. Ana yemek için güveçte Bacalao istedik; mezgit balığı benzeri Morina balığından hazırlanan bir yemek. Buz gibi biralar eşliğinde keyifle yemeğimizi yedik. Belirlenen saatte ve noktada tüm grup buluşup otobüsümüze binerek Porto Sinagogu Mekor Hayim’e yöneldik.
İstanbul’dan sinagog yetkilileri ile ziyarete geleceğimize dair yazışmıştık. Ancak başta giriş için biraz problem çıkartsalar da sonunda girmeyi ve ziyaret etmeyi başardık. Çok güzel, modern, bakımlı ve faaliyette olan bir sinagog. Birlikte Minha duası yaptıktan sonra, otobüsle otele yöneldik. Odalara yerleştikten sonra akşam gezisi için grup Porto şehir merkezi olan Santa Caterina’ya yürüyerek gittiler. Uçakta biraz üşüttüğüm için ben otelde kalıp dinlenmeyi tercih ettim.
Sabah daha iyi ve zinde kalktım. Sıkı güzel bir kahvaltı, 1-2 ilaç takviyesiyle Porto’daki ikinci gün turuna başladık. İlk durağımız Braga oldu. Tepeye kurulan Bom Jesus De Monte Kilisesinin bahçeleri, havuzu, manzarası müthişti. Bölge ve kilise hakkında Hayati’den gerekli bilgileri aldıktan sonra bizi aşağıda bekleyen otobüsümüze su ile çalışan finikülerle indik. Daha sonra Guimaraes’e vardık. Kale içindeki daracık sokakları, çiçekli balkonları, adeta yıllar öncesine götürdü bizleri.
Harry Potter fanları için özel mekanlar
Gezimizin üçüncü bölümünde Aviero’da tekne gezisine çıktık. Rengârenk teknelerle gezinti hem dinlenmemizi sağladı, hem de adeta Venedik’te imişiz hissi uyandırdı bizlere. Yaklaşık bir saat süren tur sonrası gruplar halinde Aviero’daki kafe ve lokantalara dağıldık. İber Yarımadasının en bilinen ve sevilen balığı Bacalao’yu biz de beğenmiştik. Izgara balık, salata ve biradan oluşan menümüzü afiyetle midemize indirdik. Akşam üzeri otele döndük. Hayati bir gece evvel yapamadığım şehir merkezi turunu benim için tekrar yaptırdı. Santa Caterina merkeze geldik. Yazar J.K Rowling’in Harry Potter romanını kaleme aldığı mekân Majestik Kafe’yi gezdik. Harika dekoru enfes, tatlılarıyla müthiş bir pastane. Aynı zamanda Harry Potter ile özdeşleşmiş Kitapçı Lello’yu gezmek, içeri girmek ücretli. Dekoru sanki müze gibi. Dünyaca bilinen, görülesi bir kitapçı.
Gezdiğimiz ülke ve şehirlerde gitmekten çok hoşlandığımızı bildiği için Hayati beni özellikle Balhao Market’e götürdü. Barcelona’daki La Boqueria benzeri bir market. Sebzeden meyveye, balığından etine, baharatından şarküterisine kadar alışveriş yapabileceğiniz bir pazar. Aynı zamanda şarküterilerin önünde durup tapas yiyip bir kadeh şarap içebiliyorsunuz. Daha sonra kafelerin birinde oturup yorgunluk atarken kimimiz kahve içtik, kimimiz dondurma yedik, bazılarımız alışverişe devam etti. Şehir merkezinden hava kararmak üzereyken yürüyerek otelimize döndük.
Üçüncü gün Lizbon’a doğru yola çıktık. Yol üzerinde ilk durağımız Fatima idi. Fatima, Vatikan’daki San Pietro Meydanı görüntüsünde dizayn edilmiş kocaman bir meydan. Bazilikası görkemli. Mum yakma odası diğer kiliselerde alışık olduğumuzdan çok daha farklı ve büyük. Mumlar da bildiğimiz ölçülerin dışında; boy boy hatta bazıları nerdeyse bir metreyi bulan mumlar bulunuyor. Meydanın bir köşesinde yıkılan Berlin Duvarının bir parçasını camekân içinde sergileniyor. Burası ayrıca Hıristiyanlar için farklı bir hac merkezi. Buraya hac için gelenler başlangıç noktasından katedrale kadar dizleri üzerinde yürüyor. Çok ilginç bir görüntüydü. İbadet eden insanlara saygısızlık etmemek için fotoğraflamadık bu görüntüyü.
Fatima’dan sonra Nazare’ye doğru yola devam ettik. Önce şehrin tepesindeki pazarda, yerel kıyafetli kadınların tezgâhlarına yanaştık. Taptaze kuru yemişleri ikram edip satıyorlardı. Yerel kıyafet, bez bebek vs satan satıcılar mallarını pazarlamaya çalışıyorlardı. Bu pazar ortamı hepimizin çok hoşuna gitti. Pazarın ardından Nazare’nin şehir merkezine indik. Sahilde denize girenler, kafelerde oturanlar, cıvıl cıvıl sokaklarıyla, yazlık tatil beldesi gibiydi. Yemek sonrası Obidos’a gittik. Kale içindeki bu yer Orta Çağ’dan kalma bir görüntüye sahip. Şarap ve likör satan mağazalarda bir hayli zaman harcadık. Yolun sonunda, kiliseden kitaplığa çevrilmiş mekân çok ilginçti. Dış görünüşü, girişi, aynı zamanda içi heykelleri ve görüntüsü ile kilise gibi olsa da içinin kitap evi oluşu ilginçliğini bir kat daha artırıyordu.
Buradan ayrılıp yola devam ettik ve Lizbon’a giriş yaptık. Rossio Meydanını gezip, sahildeki Rio Tejo Nehri kenarında San Francisco köprüsünü andıran köprüyü fotoğrafladık. Buradan Lizbon’un tam merkezine geldik. 1506 yılında öldürülen Yahudilerin anısına yapılan Engizisyon anıtı önünde hatıra fotoları çektik.
Lizbon Meydanı ve ara sokaklarında gezinip, marketlere girdik. Bu arada marketi dolaşırken insanları daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Seyahate başladığımız andan itibaren geç saatte öğlen yemeklerini yediğimizden, daha sonrada kafe ya da marketlerde abur cubur şeyler alıp atıştırdığımızdan, akşamları yemek için fazla iştahımız kalmıyordu. Marketten aldıklarımızla akşam yemeğini geçiştiriyorduk. Akşam saatlerinde güneş batmadan Lizbon’daki otelimize giriş yaptık. Bazılarımız otele çok yakın marinaya giderken birçoğumuz lobideki açık sahanlıkta geceyi bir şeyler içerek sonlandırdık.
Avrupa’nın en batısı
Lizbon’daki otelimizde iki gündür harika açık büfe kahvaltısı yapıyorduk. ‘Harika’ ne demek derseniz, bir kahvaltı büfesinde somon füme varsa benim için tam not alır. Hepimiz hem otelden hem de kahvaltı sofrasından çok memnun kalmıştık. Kahvaltı sonrası Sintra’ya doğru yol aldık. Avrupa’nın en batı noktası Cabo Da Roca’ya vardık.
Buradan Atlantik Okyanusunu izledik. Birçok gezimizde birçok ‘en’leri yaşamıştık. Bu kez Avrupa anakarasının en uç noktasındaydık. Hava oldukça sıcaktı. Rehberimiz denize girebileceğimizi Cascais’de deniz ve öğlen yemeği molası vereceğini söylediğinde Atlantik Okyanusunda denize girerek bir ilke daha imza atacağımız için mutlu olmuştuk. Denize girmek tam bir maceraydı. Sokak ortasında soyunmak, giyinmek deniz sefası yapmak normalde İstanbul’da yapmayacağımız, gezgin ruhu ile burada yaşadığımız güzel bir hatıra oldu hepimize. Bir saatlik deniz keyfi sonrası Cascais’in merkezindeki sahilde, öğlen yemeği için Rest. O Casahilno balık lokantasına girdik. Gezi yorgunluğu üzerine, yemekte içtiğimiz buz gibi bira hepimize çok iyi geliyordu. Yemek sonrası Lizbon’un bir başka simgelerinden olan Belem Kulesinin bulunduğu Tejo Nehri kıyısına geldik. Parkta Atlantik’i ilk geçen uçağı sergilemişlerdi. Buradan yürüyerek Vasco De Gama’nın öncülüğünü yapmış olduğu Kaşifler Anıtına gelip fotoğraflarını çektik.
Buradan Jeronimus Manastırına yürüdük. Manastırın hikâyesini dinledikten sonra manastıra gelir elde etmek için buldukları Pastel de Nata tatlısını yemek için Belem Kafe’ye yürüdük. O nasıl bir pastane, o nasıl bir üretim, o nasıl bir servis anlatılmaz ancak yaşanır. Tatlımızı yemiş, kan şekerimiz dengelenmiş, enerjimiz tamamdı. Tekrar Lizbon şehir merkezine gelip, Tuk Tuk denilen Uzakdoğu’dan bildiğimiz elektrikli motorlarla Lizbon turuna çıktık. Yürüyerek ulaşmanın zor olduğu birçok yere Tuk Tuk ile gittik. Ne kadar tepe varsa tırmandık. Şoför hem gezdiriyor hem de rehberlik yapıp geçtiğimiz ve gezdiğimiz yerleri anlatıyordu. Tepeden Cruiselerin yanaştığı limanı, Sanata Justa Asansörünü ve daha birçok turistik noktayı gezdirdi bizlere. Bir saatlik tur sonrası bizi merkezde bekleyen otobüsümüze getirdi. Tüm gün dolu dolu geçmişti. Otele döndükten sonra biraz dinlenip otele yürüme mesafesindeki marinaya yürüdük. Sahilde turlayıp, geç saatte otele döndük.
Ertesi sabah Portekiz’den İspanya’ya doğru yola çıktık. Portekiz’deki günlerimiz çok zevkli bir o kadar da keyifli geçti. Coğrafyası ile yemekleri, müzikleri ile kısacası yeni bir kültür ile tanışmanın mutluluğu ile Endülüs’e doğru hareket ettik.
Bir Tutkudur Seyahat…