‘FLU LYSISTRATA’
“Metnin hâlihazırdaki malzemesi oyunu, oyuncuyu ve seyirciyi ifşa etmek için kullanılabilir mi? Bu ifşa kapsayıcı ve anlayışlı olabilir mi? İnsanlığın attığı adımları, tüm ufak devrimleri ve zaferleri kutlayarak, neşede bir araya gelmek mümkün olabilir mi?”
Bakırköy Belediye Tiyatroları, kocalarının savaştan dönmesini beklemekten usanan Atinalı ve Ispartalı kadınların barışı sağlamak amacıyla, erkeklerine karşı başlattıkları “barış yoksa cinsellik de yok” olarak özetlenebilecek aşk grevini ele alan, tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı komedisi, Aristofanes’in ‘Lysistrata’sını yeniden, ancak çok farklı ve etkileyici bir yorumla ele alıyor.
Barış Arman’ın yönettiği, ilk kez festivalde sahnelenen ‘Flu Lysistrata’nın dramaturgisini Ceren Ercan yapmış, hareket düzenini Salih Usta, dekor ve ışık tasarımını Kerem Çetinel, kostüm tasarımını Hilal Polat üstlenmiş. Oynayanlar Bulut Akkale, Damla Karaelmas, Didem Germen, Elif Ürse, Emre Sırımsı, Faruk Üstün, Gözde Ayar, Kadir Hasman ve Nurhayat Atasoy. Ömer Sarıgedik’in müziğini, Aykut Yıldırım, Ersin Toz, Melih Yüzer, Uğur Çerkezoğlu seslendiriyor.
‘Hedwig ve Angry Inch’ ve ‘Olağan-içi Bir Gezi’ ile seyirci merkezli ve gelenek dışı tiyatro biçemlerini ustalıkla kullanan ödüllü yönetmen Barış Arman, Ceren Ercan’ın, metni yeniden oluştururken farklı ufuklara da açılan olağanüstü dramaturgisinin desteğiyle, Aristofanes’in klasik öyküsünü, kimlik, cinsellik, iktidar, statüko üzerinden yeniden irdeliyor ve tüm bunların sahne üzerinde var oluşunu sorguluyor.
Bu güncel yorumda ‘Lysistrata’yı BBT’nin ekibinden sekiz oyuncu bir tür atölye çalışması olarak sahneliyor, arada ilk provaları anımsıyorlar, metni tartışıyorlar, anlayışlarını ve kişisel deneyimlerini sahneye taşıyorlar, konu ve olaylar hakkında ne düşündüklerini sordukları seyircileri de sürecin bir parçası hâline getiriyorlar. Çok güzel şarkı söyleyen bir anlatıcı sunucunun başında olduğu orkestra performansa oyun kurucu olarak katılıyor.
Savaşla cinsellik arasında, Freud’dan neredeyse dört buçuk bin yıl önce paralellik kuran Aristofanes’in antik metni, savaşan erkekleri, erkeğin silahıyla erkekliğin silahı arasında, kılıç, hançer, mızrak gibi dönemin delici silahlarıyla penisleri arasında tercih karşısında bıraktığından hâlâ güncelliğini koruyor.
Barış Arman ve Ceren Ercan tarafından yeniden düşlenen ‘Flu Lysistrata’da, cinsiyetlerin ortasında / ötesinde kucaklayıcı bir birlik zemini olasılığı gözetiliyor ve bir arada olabilmenin zemini zıtlıklarda değil, flu olanın içinde araştırılıyor.
Barış Arman’ın hem doğaçlama izlenimi bırakan hem de son derecede doğal bir toplu performans olan sahnelemesinde, oyuncuların birbirleriyle uyumu, müziğin ve şarkıların ekleme gibi durmayıp oyunun bir parçasına dönüşmesi kusursuz... Bu kadar doğallığın ekiple müthiş zorlayıcı bir çalışmanın sonucu olduğunu unutmayalım.
‘Flu Lysistrata’, biçemiyle de güncel tiyatronun oluşumunda önemli bir aşama.
Sadece İtalyan sahnenin uzun zaman önce yıkılmış o görünmez dördüncü duvarını tamamen yok etmekle yetinmeyen, seyirciyi pasif izleyicilikten çıkarıp aktif katılımcıya dönüştüren yapısıyla, tiyatronun özünü sorgulayan, geleceğin tiyatrosuna açılan çok etkileyici bir çalışma.
Hem müthiş eğlenceli hem düşündürücü yapısıyla ‘Flu Lysistrata’ sezonun en önemli tiyatro olaylarından biri olmaya aday. Son derece ilginç ve her gösterimde farklı seyirci tepkileri için bile birkaç kez izlenmeyi hak ediyor.
11, 12, 19, 25, 26 Kasım Yunus Emre Kültür Merkezi ve sezon boyunca İstanbul Tiyatrolarında…
‘GEÇEN YAZ BİRDENBİRE’
20. yüzyılın önde gelen oyun yazarlarından Tennessee Williams’ın (1911-1983), özel yaşamı ve deneyimleri nerdeyse tüm eserlerinin ilham kaynağı olmuş, Williams yaşadıklarını ve duyumsadıklarını sahne aracılığıyla evrenselleştirmeye çalışmıştır.
Kaba, şamatacı, içkiye düşkün bir babayla, soylu güneyli bir aileden gelen, çocuklarına fazlasıyla düşkün baskıcı bir annenin üç çocuğundan biri olan Williams’ın, ailesinde en yakın olduğu kişi, genç yaşta şizofreni tanısı konan narin, güzel kız kardeşi Rose’du. Anne-babası, yaşamının bir bölümünü akıl hastanelerinde geçiren Rose’a, çok sayıda başarısız terapinin ardından prefrontal lobotomi yapılmasına izin vermiş, ameliyat kötü geçtiğinden Rose’un hayatının kalanını zihinsel engelli olarak sürdürmesine sebep olmuştur. Williams, belki de en büyük ilham kaynağı olan Rose’un başarısız lobotomisine izin verdikleri için ebeveynlerini hiç affetmemiştir. Çoğu karakterini ailesinden esinlenerek yaratan yazarın ‘Geçen Yaz Birdenbire’ oyununda akıl hastanesi ve lobotomi ele alınmıştır.
Dönemin tabularından olan eşcinselliğini açıkça ilân etmemiş olsa da, gizlemeye de gerek duymayan Williams, 1947’den, Merlo’nun 1963’te kanserden ölümüne kadar sekreteri Frank Merlo’yla ilişki yaşamıştı. Oyunlarında savaş sonrasının bağnaz ve muhafazakâr toplumunu eleştiren Williams, ‘doğanın bir kazası’ olarak gördüğü cinsel yönelimine ilginç bir çifte standart uygulamış, ikiyüzlü bakış açısıyla eşcinselliğe bağnaz ve muhafazakârlarla uyumlu şekilde bakmıştır. Eşcinsel karakterlerinin ‘ölümcül günah’ kabul edilen eylemlerini oyunlarında kimi zaman şiddetli ölümlerle cezalandırmış, yaymış oldukları negatif enerjiyi de, hastalıkmış gibi ölenlerin yakınlarına bulaştırmıştır.
En şiirsel metinlerinden, kişisel olarak da en çok sevdiğim oyunu ‘Suddenly Last Summer / Geçen Yaz Birdenbire’, 1930’larda New Orleans’ta geçer. Varlıklı dul Violet Venable, yakın zamanda ölen şair oğlunun yasını tutmaktadır. Sebastian, her yaz annesiyle birlikte tatile çıkmış, dönüşte de bu seyahatin anılarını uzun bir şiir olarak yazmıştır. ‘Geçen yaz birdenbire’ tatile annesi yerine kuzini Catherine Holly ile çıkmaya karar vermiş, İspanya’da, Casa de Lobo’daki ikametleri sırasında şüpheli bir şekilde ölmüş / öldürülmüştür.
Olayların tanığı Catherine’in, geçirdiği ağır duygusal rahatsızlık sonrası yatırıldığı hastanede oğlu hakkındaki gerçekler ve ölümünün şoke edici ayrıntılarıyla ilgili anlattıklarını öğrenen Violet, Sebastian’ın itibarını korumak için gerçekleri gizlemeye çalışacak, bu yolda rüşvet ve şantaj dâhil, hiçbir engel tanımayacaktır.
Violet’i çileden çıkaran, oğlunun ürkünç ölümünden çok, Catherine’in, rahip hayatı yaşayan Sebastian’ın cinsel kimliğiyle ilgili imalarıdır. Genç kadın, Sebastian’ın güzel ve çekici annesiyle tatile çıkma sebebinin, tanıştıktan sonra para vererek baştan çıkaracağı genç erkekleri cezbetmek amacıyla yem olarak kullanmak olduğunu, Violet artık yeteri kadar çekici olmadığından görevi kendisinin devraldığını anlatır.
Oyunun başlarında Violet, Catherine’in hekimi Dr. Cukrowicz’i Sebastian’ın ‘cangıl bahçesinde’ kabul ederek, oğlu için bu kadar korkunç şeyler anlatan genç kadının lobotomi ameliyatıyla sakinleştirilmesi için ikna etmeye çalışır. İçinde etobur bitkilerin de bulunduğu bahçede, Violet daha önceki seyahatlerinde, Galápagos Adalarında tanık oldukları bir olayı, yumurtadan yeni çıkmış kaplumbağa yavrularının, onları yemeye çalışan kuşların saldırısında denize koşarken verdikleri yaşam savaşını anlatır. Williams, bebek kaplumbağaları tüketen etobur yırtıcı kuşlar, etraflarındaki insanları tüketerek yok eden Violet- Sebastian ikilisi ve Sebastian’ı tüketen aç-fakir güruh arasında ustalıkla sembolik bir bağ kurar…
Oyunu Türkiye’ye ilk kez gelen Sokhumi Devlet Tiyatrosu’nda yöneten, Bilkent Üniversitesi tiyatro bölümünün başı, Amerikalı aktör, yönetmen ve akademisyen Jason Hale’in ‘Geçen Yaz Birdenbire’nin her türlü yoruma açık metnine getirdiği, Voznesensky’nin dekorundaki plastik palmiye ağaçları gibi yapay, ruhsuz, kişiliksiz, sıradan sahnelemeyle, orta halli oyunculuklar festivalin ilk büyük hayal kırıklığı oldu.
Hiç sevemediğim, izlediyseniz unutmanızı, izlemediyseniz şükretmenizi önereceğim yorumla ilgili böyle bir yazıyı, bu sevimsiz sahneleme yüzünden Williams’ın nefis oyununa küsmemeniz için yazdım.
Sinema tarihinin en iyi tiyatro uyarlamalarından, Joseph L. Mankiewicz’in, Gore Vidal’le yazarın ortak senaryosundan 1959’da yönettiği, Katharine Hepburn, Elizabeth Taylor ve Montgomery Clift’i buluşturan film versiyonunu mutlaka izleyin derim. İnternette çok kolay bulunuyor.
Hepinize iyi seyirler dilerim.