Justine Triet´yi Cannes´ın üçüncü Altın Palmiyeli kadın yönetmeni yapan film, sebebi belirsiz bir düşme sonucu ölen kocasını öldürmekle suçlanan bir kadının dava sürecini anlatıyor. Bu rolde Sandra Hüller kariyerinin en parlak performansını çıkarıyor.
‘L’ANATOMIE D’UNE CHUTE’
Yön: Justine Triet
Sen: J. Triet - Arthur Harari
Gör: Simon Beaufils
Kur: Laurent Sénéchal
Oyn: Sandra Hüller - Swann Arlaud - Milo Machado Graner - Samuel Theis - Antoine Reinartz - Arthur Harari
Justine Triet’yi Cannes Film Festivali tarihinin üçüncü Altın Palmiyeli kadın yönetmeni yapan, yılın en iyi filmlerinden ‘Bir Düşüşün Anatomisi / L’Anatomie D’une Chute’ vizyona girdi. Film, sebebi belirsiz bir düşme sonucu ölen kocasını öldürmekle suçlanan bir kadının dava sürecini konu alıyor. Mahkemedeki acımasız sorgulamanın sebeplerini düşündürerek filmi sosyo-politik açıdan derinleştiren Triet, polisiyeden evlilik dramasına uzanan bir çizgide, insani açmazlarını sergiliyor. İkinci yarısı duruşma salonunda geçen film, edebi ve psikolojik derinlikli senaryosu, temposu hiç düşmeyen özenli mizanseni ve olağanüstü oyuncu kadrosuyla izlenmeyi hak ediyor.
İkinci yarısı ‘Hitchcokvari bir mahkeme filmi’ne benzetilen ‘Bir Düşüşün Anatomisi’, bir evliliğin dinamiklerini mercek altına yatıran bir psikolojik gerilim. ‘Birinin özel hayatı başkalarının cehennemidir’ fikrinden yola çıkan filmin kahramanı, kocasını öldürmekle suçlanan Sandra’nın (Sandra Hüller) duruşmada hayatının en mahrem anlarının, sırlarının savcı tarafından didik didik edilişini izliyoruz. Film Fransız Alplerinde gözden uzak bir dağ evinde, kocası Samuel ve görme engelli oğluyla izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra’yı izliyor. Samuel yüksekten düşerek ölür, fakat soruşturmada ölüm nedeninin intikam mı kaza mı olduğu kesinleşemeyince, olay anında evde olmadığını kanıtlayamayan Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanıp yargılanır.
Samuel’in ölümünün sorgulandığı mahkeme süreci, çiftin çalkantılı ilişkilerinin, Sandra’nın eşcinsel bir ilişki yaşamış olmasının da derinine giden rahatsız edici ve tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür. Gerilim ve psikodramanın kesiştiği film, matematiği mükemmel işleyen, zekice yazılmış, sürprizler içeren incelikli ve zengin senaryolu şeytani bir hikâyeye sahip. İç içe geçmiş bir kriz öyküsü anlatan film, bir evliliğin köklerine derinlemesine psikanalitik bir incelemeye soyunuyor. Yazar olarak kolaylıkla üretebilen Sandra’nın yanında, tıkanmışlık yaşayan Samuel uzun zamandır yazamamaktadır. Kırgınlık ve kıskançlığın damgasını vurduğu bu evlilik krizi, kocası ölen bir kadının muhteşem portresi eşliğinde senaryoda yer alıyor.
Sessiz özgüvenine rağmen, usta bir savcının zaman zaman köşeye sıkıştırdığı Sandra’nın yaşadığı ruh halleri senaryoda ustalıkla işlenmiş. Başsavcı (Antoine Reinartz) ile savunma avukatı Vincent (Swan Arlaud) birbirlerinin tezlerini çürütmeye çalışıp yeni deliller sundukça, seyirci tuhaf bir şekilde kendini jüri olmuş hissine kapılıyor.
Önceki filmi ‘Sibyl’de olduğu gibi Justine Triet kahramanını edebiyat dünyasından seçiyor. Arzuladığı romanı yazabilmek için esin kaynağı arayan Sibyl’in yerini yeni filmde karı-koca yazar bir çift alıyor. Şüpheli bir ölümle hayatı dağılan bir ailenin gizemli dramını anlatan ‘Bir Düşüşün Anatomisi’, ardından gelen sorunlara ve yargılama sürecine odaklanıyor. Mükemmel diyaloglar, karakter tahlilleri eşliğinde, görgü tanığı bulunmayan bir davanın yargı süreci, etkileyici bir ‘aile draması’ kalıpları içinde anlatılıyor. Triet duyguları ifade etmedeki, mizahı kullanmadaki, özgün konu bulmadaki becerisiyle, yakınlık duyduğu evlilik, aile kısıtlamaları, iş hayatı, edebiyat gibi temalara filminde yer veriyor.
Stanley Kramer’in ‘Nüremberg Mahkemesi’ (1961), Billy Wilder’in ‘Beklenmeyen Şahit / Witness For The Prosecution’ (1957), Otto Preminger’in ‘Bir Cinayetin Anatomisi / Anatomy of a Murder’ (1959) gibi tamamı duruşma salonlarında geçen kült mahkeme filmlerinin seviyesine yaklaşan ‘Bir Düşüşün Anatomisi’ni Triet 2,5 saatlik bir polisiye gerilimi içinde anlatıyor. Yedi dalda Oscar’a aday gösterilen, gerçek hayat hikâyesinden alınan ‘Bir Cinayetin Anatomisi’, bir Amerikan kasabasında karısına tecavüz eden bar sahibini öldüren bir teğmenin savunmasını üstlenen bir avukatın (James Stewart) öyküsüydü.
Geçen yıl izlediğimiz Dominik Moll’un ‘Ayın 12’sinin Gecesi / La Nuit du 12’da, bir dedektifin çözemediği, gece evine dönerken öldürülen bir genç kızın kriminal soruşturmasının sonuçsuz kalmasının travması anlatılıyordu. Henri-Georges Clouzot’nun Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Ödüllü başyapıtı ‘La Veité’de (1960) Brigitte Bardot’nun canlandırdığı bir genç kız nişanlısını öldürmekle suçlanıyordu. Film on yıl önce müebbet hapse mahkûm edilen Pauline Dubuisson’un hayat hikâyesinden esinlenmişti. Amerikalı yazar, aktivist gazeteci Amanda Knox İtalya’daki oda arkadaşını öldürmekten haksız yere mahkum edilmiş, dört yılını hapishanede geçirdikten sonra beraat etmişti.
Justine Triet, kesin olarak bu benzer vakalardan esinlenmediğini, Arthur Harari ile müştereken yazdıkları senaryonun orijinal bir çalışma olduğunu söyledi. Filmi için bir anne-oğul ilişkisini anlatmak istediğini, filmde çocuğu yargı mekanizmasının merkezine yerleştirmek istediğini anlattı. Triet “Filmim ebeveynlerinin en kötü yönlerinin açığa çıkmasına tanık olan bir çocukla ilgili. Bir ceza avukatıyla yaptığımız işbirliği, filmi çok gerçekçi hale getirmemizi sağladı” dedi. Triet’nin ilk filmi ‘La Bataille De Solferino’ (2013) bir kadın gazetecinin öyküsüydü. İkinci filmi ‘Victoria’nın kahramanı (2016) gerçek aşkı arayan 30’lu yaşlarda bir kadın avukattı. Üçüncü filmi ‘Sibyl’ (2019) bir psikiyatrist ile ünlü bir aktrisi bir araya getirmişti.
***
CANNES FESTİVALİ DİREKTÖRÜ İSTANBUL’DAYDI
Cannes’ın Altın Palmiyeli filmi ‘Bir Düşüşün Anatomisi’nin ülkemizde vizyona girdiği günlerde, festivalin Genel Direktörü Thierry Frémaux İstanbul’daydı. Nuri Bilge Ceylan ile buluşmak, yeni Türk yönetmenleri hakkında bilgilenmek ve tatilini geçirmek amacıyla şehrimize gelen Frémaux, sinema yazarlarıyla tanışacağı bir toplantı düzenlenmesini talep etti. Sinematek / Sinema Evi’nde on sinema yazarının katıldığı sohbet toplantısının iki saati aşan süresinde, Thierry Frémaux tüm soruları samimiyetle ve açık yüreklilikle yanıtladı. Kaldığı Pera Palas Otelinden Kadıköy’deki Sinematek’e tam saatinde gelen Frémaux İstanbul’a geliş sebebini anlattı.
Sinematek bahçesinde sinema yazarlarıyla tanışan Frémaux yanında bulunan eşini bizlere tanıştırdı. Kendisine Türk basınında Cannes Film Festivali’ni izleyen, yaşayan gazetecilerin en eskisi olarak, 1966 tarihli akreditasyon kartımı gösterdim. Hemen cebinden telefonunu çıkarıp kartın fotoğrafını çekti. Rahmetli eşim Tuna’nın akreditasyon kartını gösterip, o dönemde gazeteci eşlerinin de projeksiyonlara katılma imkanları olduğunu hatırlattım. Bu bilgiyi anında eşiyle paylaştı. Altı yıl evvel yazdığım ‘Cannes Film Festivalinde 50 Yıl’ anı kitabımı imzalayıp kendisine takdim ettim. Kendisine Cannes Festivali sayesinde ‘Mayıs 68 Olayları’nı Fransa’da yaşadığımı, genel grev yüzünden Fransa’yı terk etmekte çok zorlandığımı anlattım.
Sinematek’in toplantı odasında yapılan sohbette Frémaux,
“Ziyaret ettiğim her ülkede (Fransa’da yaptığım gibi) sinema yazarlarıyla sıkı bir diyalog kurmaya çalışır ve buna çok önem veririm” diye söze başladı. Cannes Festivali ve çalışma yöntemleri üzerine etraflı bilgiler verdi. Bazı kritik konularda söylediklerinin ‘out of record’ sayılmasını talep ettiği için, sohbetin ana hatlarından bahsetmekle yetineceğim. Söylediklerinden, Cannes Film Festivali’nin neden ‘dünyanın en prestijli festivali’ unvanını koruduğunu anladık. Örnek vermek gerekirse, bu festivalin Avrupa’da evvelce gösterilmeyen filmlerini kabul edişinin sebebini
Frémaux şöyle açıkladı: “Dünya prömiyeri yapma şartımız bir endişeye dayanıyor. Ben bir yarışma filmi yaratıcısını, filmini evvelce izlemiş bir eleştirmenin, gösterimden 24 saat önce yazdığı yazıda yerin dibine batırması ihtimaline imkan tanımam. Tüm eleştirmenler festivalde filmi izledikten sonra istediklerini yazar. Bazı filmler için yönetmen ve yapımcıların sinema yazarlarından talep ettikleri ambargoya Cannes’da bugüne kadar titizlikle riayet edildi.”
Dokuz yaşından beri judo yapan Frémaux, 16’sında siyah kuşak sahibi oldu. Lyon Lumiere Enstitüsü Direktörü olan Frémaux 2001’den beri Cannes Film Festivali’nin bir numaralı sorumlusu. Prensip sahibi bir yönetici olarak, sinema salonlarını yaşatmak için mücadele verdiğini anlatan
Frémaux, Cannes’ın NETFLIX, Disney, Amazon gibi platformlarının yapımlarını, hangi sebeple resmi seçkilerine kabul etmediğini örnekler vererek anlattı. 130 dakikalık sohbetin sonunda katılımcıların telefon numaralarını ve e-
mail’lerini alan Frémaux, kendileriyle bir hatıra fotoğrafı çektirdi.
Şehir dışında olduğu için sohbete katılamayan Sinematek
Başkanı Emin Alper, toplantıdan sonra Thierry Frémaux ile bir araya geldi. Alper’in geçen yıl Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen ‘Kurak Günler’i eleştirmenlerin övgüsünü almıştı. Mayıs ayında festivalin 12 günlük süresinde, olağanüstü enerjisiyle her yere yetişmek zorunda olduğu için sürekli hareket halinde olan, kendisiyle irtibat kurmanın adeta imkansız olduğu Thierry Frémaux ile sohbet etmek, alçakgönüllü ve samimi kişiliğine tanıklık etmek keyifliydi.