Mehmet Ali Bayar
Fransa’nın tarihini değiştiren ilk sosyalist Cumhurbaşkanı ve büyük edip François Mitterand’ın daha iktidara gelmeden kaleme aldığı “Tohum ve Saman” adlı şaheser güncesini defalarca okurken, bir cümlesine hep takıldım: “Bir sosyalist olarak Napolyon’u temsil ettiklerinden dolayı benimsemem, ama Moskova kapılarına dayandığında ve şehri alsa bile mağlup olacağını anladığı o kader anında generallerine dönerek, ‘Paris’e haber verin, ben geri dönene kadar Comedie Française adında bir tiyatro kursunlar’ sözünden ona hep saygı ve hayranlık duydum.”
Tarihin gördüğü en önemli asker devlet adamlarından olan Napolyon’un kanlı bir savaşın en zor anında uzaklardaki ülkesinde, hem de dönüp dönemeyeceğini bilmeden, bugüne kadar ayakta kalmış benzersiz bir kültür kurumunun kurulmasını düşünebiliyor ve bunun talimatını savaş meydanlarında veriyor olması Mitterand gibi bir düşünür siyasetçiyi neden etkiler, anlamak zor değil: Zira Napolyon asırların nadir gördüğü bir deha ve aksiyon adamıydı. O kader anında, belki de en büyük yenilgisi olduğunu anladığında, aslında en büyük zaferinin ne olması gerektiğini tahayyül edebilme yeteneği Napolyon’u, sonunda mağlup olsa da bugün bile Fransız zihninde ölümsüz kılan farklılığıydı.
Tam bir yüzyıl sonra, Bir Fransız gazetecinin Çanakkale muharebeleri sırasında Osmanlı siperleri arasında dolaşırken, bir gece mum ışığında aydınlatılmış bir çadıra girdiğinde, karşısındaki Osmanlı zabitinin arkasındaki masada Napolyon’un büstünü gördüğünde yaşadığı şaşkınlığı okuyunca, o zâbitin sengerlerin içinde aklından geçenleri düşündüm. Bir kurmayın, kendisini Tarih’in en büyük kişiliklerinden biriyle özdeşleştirecek bir özgüvenle savaşın sonrasını, ötesini düşünmesi, tahayyül etmesi ve o hedefi daima aklının bir köşesinde sabitlemesi o askeri devlet adamı yapan en mümeyyiz vasfıdır. Tarih de aslında, savaş alanlarından medeniyet çıkarabilen nadir efsanelerin uzun hikayesidir.
Neden Atatürk? Sorusunun cevabı, benim için herşeyden önce bu vasfıdır. Tarihin seyrini değiştiren ve Kolağası Mustafa Kemal Efendi’den Gazi Mustafa Kemal Atatürk Efsanesini yaratan da bu insanüstü özelliğidir. Falih Rıfkı’nın her talebenin okuması gereken temel kitap olan Çankaya adlı eserini tekrar tekrar okuduğumda, daha önceleri algılamadığım maddi bir bilgi ilk defa “herşey”i izah eden bir aydınlanma anı oldu benim için: Falih Rıfkı’nın naklettiği ve askeri tarih kayıtlarında yeralan şekliyle, Stajyer Kolağası Mustafa Kemal, staj için gönderildiği Suriye’de 5. Kolordu’daki amirlerine verdiği 24 Haziran 1907 tarihli raporda, “yaklaşan savaşta tüm Orta Doğu cephesinin (Kanal, Hicaz ve Kudüs) kaybedilebileceğini, bu itibarla Osmanlı ordularının esas tahkimatının Musul-Halep-Lazkiye hattında teşekkül ettirilmesi ve ana vatanın savunma hattının bu olması gerektiğini” söyler. Bu artık çok yaygın bilinen bir tarihi bilgi. Ancak, bundan daha çarpıcı olan cümlesi ise: “Siyasi hedefimiz Osmanlı’nın içinden bir Türk Devleti çıkarmak olmalıdır”...! Bu tespitini de, adeta bir komutan gibi stratejik hedef olarak tarihe daha 1907’de kaydeder. Bunu söylerken terü taze bir kolağasıdır ve daha 26 yaşındadır. İşte bir askerden komutan, komutandan devlet adamı, devlet adamından Efsane çıkaran da bu nadir kişilik ve dehadır.
Atatürk savaş meydanlarından “İlk Hedefiniz Akdenizdir” şiarıyla, zaferden sonra sıralanacak hedeflerinin işaretini vererek, yetişmesinin ve kişiliğinin ürettiği bir Devrim’i ve onun eserlerini tek tek gerçekleştirerek, Tarih’in, Platon’un öngördüğü Filozof Hükümdar kişiliklerinin arasında müstesna yerini aldı. Yetişmesinden kastım, okuduğu okullardan ziyade okuduğu kitaplardır. Kitap okuyan ve anlayan nadir devlet adamlarından olduğuna şüphe yok. Zira, okuduklarından muazzam bir zihni terkip ve onu hayata geçirecek bir aksiyon üretebilmiş ve kurduğu Devlet aygıtıyla Tarih’in “ebediyete akıp giden” on yıllarının yönünü değiştirebilmiştir.
Okuduğu kitaplar esasen benim O’na hayranlığımın bir diğer kaynağı. Anıt Kabir [VM1] Kütüphanesi’ndeki 4 bin küsur ve diğer kurumlardaki ilave bin küsur kitaplarına baktığınızda, Aristo, Platon, Spinoza, Descartes, Rousseau, Voltaire, Montaigne, Durkheim, Comte, Montesquieu’den, matematiğe, bilime, mühendisliğe, İbn Haldun’dan Farabi’ye, Namık Kemal’den, Köprülü’ye, Tevfik Fikret’e, Türk ve İslam tarihine ait olanlar da dahil, 20. Yüzyıla kadar büyük eserlere uzanan muazzam bir manzumeyi hayranlıkla görüyoruz ve hatta mahcup oluyoruz. Ama daha önemlisi bu kitapların içinde kendi eliyle aldığı derkenarlar ve yorumlar..Hepsi okunmuş kitaplar ve bu kitaplardan türetilmiş Yeni Bir Medeniyet...
Savaş alanında yeni bir devlet kurma hedefini daha onbeş yıl önce kurguladıktan sonra kurduğu Devlet’i “.. temelinde Kültür yatar” diye tanımlayabilmek, Tarih boyunca hiçbir askere, kurucuya, devlet adamına nasip olmadı. Kültür’ü esasen temel anlamıyla, yani topraktan hayat çıkarmak olarak algıladığını da önce ziraatı, sonra san’atı Bozkır’ın ortasında bir medeniyet üretimine dönüştürerek gösterdi. Atatürk Orman Çiftliği’nden konservatuarlara, resim heykel okullarına, tiyatrolara, laboruatuarlardan tarih ve dil kurumlarına, ziraat ve madenciliği destekleyen bankalardan Köy Enstitülerine uzanan ve 15 yıllık bir ömre sığdırılmış muhteşem Hadise bir Devrim’in çok ötesinde bir Medeniyet Projesidir ve benzerlerinin hepsinden daha uzun ömürlü olmuştur. Zira her devrim arkasından bir medeniyet üretmemiştir. Zira, yıkmakla yetinmiştir devrimlerin çoğu. Atatürk’ün farkı ve ölümsüzlüğü yıktığının yerine yeniyi inşa edebilmiş olmasından ve o eserin bilim, sanat, kültür ve akla dayanan kalıcılığından gelmektedir. Milletinin emrine sunduğu vasıtalar, araçlar, kurumlar, Vatan diye tanımladığımız toprak üzerinde ekmeğini, makinasını, refahını ve egemenliğini kendi üretebilen bir toplum kurma yolunda hala nemalandığımız gücümüzdür.
Bana göre en çarpıcı işlerinden biri de “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” gibi emsali görülmemiş bir medeniyet el kitabını bizzat kendi eliyle yazmış ve okullarda ders kitabı haline getirmiş olmasıdır. Hedefi, inancı ve umudu çocuklar ve gençlerdir zira... O kitabının uzun on yıllardır neden hala okutulmadığını sorgulamamız lazım. Pek çok sorunumuzun çözümü için hala en geçerli ve çağdaş öneriler hala orada mevcut. Bir unsuru var ki, hatırlamak ve düşünmek önem taşıyor: Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında Atatürk, millet tanımını da “kültür”ü öne alan bir tanımlama biçiminde yapar. Buradan Kültür kavramını ne kadar kapsayıcı ve kurucu bir yapıtaşı olarak gördüğünü ve düşünce sisteminin insicamını, tutarlılığını görüyoruz. Kitabın ilk konusunu oluşturan “Millet” bölümünde, “bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz” denmektedir. Millet; dil, kültür ve ülkü birliğine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal birlik olarak tanımlanır. Bu tanım, onun subjektif ve kültürel millet anlayışını benimsemiş olduğunu ifade eder. Bakın Millet tarifini nasıl yapmış:
“Türk Milleti’nin oluşumu şöyle betimlenir:
a)Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan,
b)Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvakkatte samimi olan;
c)Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri
müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı
verilir.”
21. yüzyılda hala Anayasal Vatandaşlık kavramı esasında bir millet tanımına ihtiyacımız olduğunu gözönünde bulundurursak, 1924 Anayasası’na bizzat koydurduğu bu tanım ve kavram, belki de temel siyasal ve anayasal sorunlarımıza çözüm olabilecek anahtardı. Bana göre de hala öyledir.
En büyük zaferi “aklı” özgürleştirmiş, bilimi insanlığın emrine sunmuş ve kadın-erkek eşitliğini sağlamış olmasıdır. Laiklik, rasyonalizm, pozitifizm, medeni hukuk bu mucizenin kurucu araçlarıdır. Bu mucize beraberinde İnsanlık Tarihine bir Türk Hümanizması hediye etmiştir. Sadece bağımsız, özgür, egemen olmadık, aynı zamanda İnsanlığa ve “mazlum milletlere” ilham ve emsal olduk. Gandhi, Nehru ve Cinnah ayrı ayrı bu ilhamın talebeleri olduklarını söylerler. Bir millet için bundan daha onurlu ve haysiyetli bir tarif ve atıf düşünemiyorum. Onurumuz ve gururumuz da buradan gelmelidir. Eserini gençlere emanet etmenin sadece nutuklarını iradla kalmamış, bilimsel metodlarını da onlara göstermiştir. Filozof Hükümdar kimliğini hakettiren vasfı da budur.
Kendisini Tarih’te nasıl konumlandırdığını zarif bir tevazuyle gösteren ve bu yazının başlangıcına ışık tutan bir sözü, esasen herşeyi izah ediyor: İstanbul Üniversitesi’ni ziyareti sırasında kendisine “Siz mi Napolyon mu daha büyük lider?” diye soran bir kız öğrenciye,[VM2] “Napolyon milletiyle başladı, kendisiyle bitirdi. Ben kendimle başladım ama Millet’imle bitirdim ve siz gençlere bırakıyorum..”
“Ölümsüz Atatürk”e sonsuz ihtiram ve sâdakatle...