Elliot Erwitt'in gözünden insanlık komedisi

Perspektif
13 Aralık 2023 Çarşamba

Sebla Selin Ok

Geçtiğimiz günlerde fotoğraf sanatının ikonlarından biri, Amerikan yaşamının, siyasi tarihin, yıldızların ve mizahın fotoğrafçısı Elliott Erwitt yetmiş yıldan fazlasına tanıklık ettiği dünyadan ayrıldı. Bu uzun ve anlamlı kariyer boyunca Erwitt, Jacqueline Kennedy’nin kocasının tabutu başındaki fotoğraflardan göz alıcı Marilyn Monroe, Marlene Dietrich fotoğraflarına ve yaşadığı yılların absürtlüğünü konu alan sokak fotoğraflarına kadar sayısız alanda fotoğraf çekti. Aslen foto muhabiri olan Erwitt, yaşamı boyunca yirmiden fazla kitap yayınladı ve New York’ta Modern Sanat Müzesi, Chicago Sanat Enstitüsü, Paris’te Musée d’Art Moderne ve Londra’da Barbican gibi kurumlarda çok sayıda kişisel sergide rol aldı. Erwitt, yetmiş yıldır dünyanın en önemli fotoğraf ajansı Magnum’un da bir üyesiydi. Bu benzersiz fotoğrafçının en ayırt edici özelliği ise en çok sevilen köpek konularına olan ironik yakınlığıydı. Ancak Erwitt’in bu yakınlığı çoğu zaman duygusal bir naiflik olarak algılanmışsa da tür merkezli bir şekilde farklı bir ilişki kurduğumuz hayvan olarak köpekleri fotoğraflaması çağımız insanının yaşantısıyla ilgili önemli bir felsefi yönelimdi aslında. Nitekim Erwitt, köpek fotoğraflarıyla ilgili bir soruya karşılık şunu söylüyordu: “Sadece çevrenizdekileri önemsemelisiniz ve insanlık ve insan komedisi ile ilgilenmelisiniz.” Erwitt’in ilgilendiği aslında tam olarak köpekler değildi; asıl ilgilendiği çağımızın insanlık durumuydu ve bunu aktarmak için müthiş bir kanal bulmuş dehaydı kanımca. Uzun boylu bir adam olan Erwitt, köpek portrelerini çekerken kaldırım seviyesine inerek “Dünyayı bir köpeğin bakış açısından fotoğraflamaya karar verdim çünkü köpekler herkesten daha fazla ayakkabı görüyor” derken mizahla karışık bir durumun da tanımını yapıyordu. Her şehirde, kasabada ve ülkede sokaklarda dolaşan köpeklerin seviyesinden dünyayı muzipçe gözlemliyordu.

Erwitt’in fotoğraflarında köpekler, insan benzeri unsurları barındırıyordu.

Erwitt’ in, ayak bileği yüksekliğindeki Chihuahua’nın, evsiz bir tazının, bir fino köpeğinin duruşunu kaydederken insanlara özgü jest ve mimiklere projeksiyon yaptığını söylemek çok zor değildi. Ayrıca bu bir insana kamera doğrultmaktan daha kolaydı. Konu köpekleri olduğunda insanlar kamerayı bir tehdit olarak algılamıyordu, aksine kendilerine doğrultulduğunda bir silah olan kamera “en yakın dostlarına” değer atfeden bir mediuma dönüşüyordu. Erwitt’in fotoğraflarındaki köpeklerin en belirgin özelliği ise insana benzer unsurları taşımalarıydı. Erwitt insan olmayan bir öznenin insan benzeri nitelikler gösterdiği durumları fotoğraflıyordu ve bu fotoğraflarda ikincil özne insandı. Roller sorgulanıyor, aktörler değişiyor ve ‘sahiplik’ konusu tartışmaya açılıyordu. Özellikle yirminci yüzyıldan itibaren ‘insanın en iyi arkadaşı’na olan sevgisi hakkında kurguladığı bu yaklaşımla söylemek istedikleri İngiliz felsefeci John Berger’in “Hayvanlara Niçin Bakarız?” adlı eserinde konu aldığı teorilerle fazlasıyla örtüşüyordu. 19. yüzyılda, köpeklerin portre konuları olarak görünmeye başladığını fark ediyoruz. Köpekler özellikle geç modern dönemden itibaren insan tarafında yerlerini aldı ve o zamandan beri hiç ayrılmadılar. Bu durum neredeyse fotoğrafın yaygınlaşmasıyla aynı dönemlere rastlar. Fotoğraf genel halk için daha erişilebilir ve uygun fiyatlı hale geldikçe milyonlarca insan fotoğraf çekmeye başladı ve elbette köpekler de konu olarak hizmet etti. Erwitt’in köpekleri fotoğraflama yaklaşımına baktığımda, fotoğraflarının paylaştığı ve onları benzersiz kılan belirli nitelikleri bu perspektiften yola çıkarak tanımlamak yerinde olur. 20. yüzyıl kapitalizmiyle tamamlanan modernleşme sürecinde insanın doğadan kopuşunu en iyi tarif eden durum bir zamanlar insanın ilk çevresini oluşturan hayvanlara ihtiyacının neredeyse kalmamış olmasıydı. Özellikle üretim temelli ilişki, endüstrileşme ve makineleşmenin sunduğu yenilikler bazında işlevini büyük ölçüde yitirmişti. Ancak bundan daha önemlisi Berger’in teorisinde ortaya koyduğu üzere modern çağla birlikte hayvanların düşünce dünyamızdaki yerinin tamamen değişmesi olmuştu. Bir zamanlar hayvanlarla kurduğumuz ilişkide, kendimizin insan olarak farkına vardığımız ve farklı türlerle ilişki kurarken bu farkındalık üzerinden doğadaki varlığımızı sürdürdüğümüz bir sistemin değişimidir bu. Farklı türlerin kurduğu bu doğal ve derin ilişkide hiçbir zaman yıkıcı üstünlük anlaşmazlıkları yaşanmıyordu çünkü ortak dil imkânı olmadığı kabulü kazanılmış ve aktarılan bir bilgiydi. Dolayısıyla iki türün de birbirini onaylaması gerekmiyordu. Hayvanlar insanlarla bu paralellikte birlikte hayatlar yaşıyordu. Berger’in dediği gibi “Onlar hem buyruğumuz altındaydı hem de onlara tapıyorduk hem yetiştiriyorduk hem de kurban ediyorduk.” Ancak günümüzde bu düalizme kırsalda yaşayan bazı toplumlar dışında pek rastlanmamaktadır. Bugün kentli insanın bu ilişkiyi anlaması giderek imkânsız hale gelmiştir. Onları yetiştirmek ve kurban etmenin yerini kentli insan için onları yetiştirmek ama kurban etmek ifadesi almıştır. Oysa insan ve hayvan benzer nitelikler taşıyan ayrı varlıklardır ve insanı hayvandan ayıran simgesel düşünebilme yeteneği modern çağlara dek aralarındaki ilişkiyi de başlatan eşsiz bir nitelik olarak kabul görmüştür.

Örneğin ilk simgeler de hayvanlardır.

İlyada’da Homeros bir askerin ölümüyle bir atın ölümünü betimlerken aynı simgesel dili kullanmış ve değer kavramını ayrılıkları ancak yine de biricik oluşları üzerinden betimlemiştir. Berger, bu ilişkiselliğin son iki yüzyılda büyük bir kopuş yaşadığını ve Descartes’ın makine ve insan teorileriyle bu kopuşu desteklediğini söylerken insanın zamanla nasıl yalnızlaştığından ve bu yalnızlığı telefi etmeye çalışırken yeniden kurulan ilişkinin ne denli tedirgin edici olduğundan bahseder. Bu kopuş telafi edilmeye çalışılırken insan bir çeşit geçmiş özlemi duygusuyla hayvana yeni bir ‘masumiyet’ algısı ekler. Diğer taraftan modern insanın yararına olabilecek gelişmeler için hayvanların üretim bantlarında ve laboratuvarlarda telef olmaya başlaması bu ‘masum’ canlıların daha çok evlat edinilmesine yol açar. Ancak durum artık oldukça farklılaşmıştır. Kırsaldan kente taşınırken küçülen yaşam alanı içine insan bu ‘masum’ canlıları dahil ettiğinde onlar artık doğal iklimlerinden soyutlanmış, kısırlaştırılarak yalıtılmış, yapay yiyeceklerle beslenen ve sahibinin davranışlarının bir mikro çeşidine büründürülen yaratıklar olmuşlardır. Berger’ın da belirttiği gibi insan ve hayvanın ayrı ayrı hayatları arasındaki paralellik de böylece yok olmuştur. Ailelerin ya da gösteri toplumunun kendi adına işlevsiz bir parçası olmuşlardır. Hayvanları konu alan fotoğraf ve görseller de bu yeni ilişki modeline hizmet ederek kurgulanır. Ancak Elliot Erwitt gibi dâhiler bunu sorgulanabilir bir durum olarak tersine çevirebilmişlerdir. Erwitt insanın sahiplik konumunu eleştirirken bizim değil onların da bizi gözlemleyebileceği gerçeğiyle yaklaşmıştır fotoğraflamaktan hiç bıkmadığı köpeklerine. Bizim onların kontrolünü kazanarak elde ettiğimiz ilişkiden yoksun gücü sorgulamıştır. Tıpkı H.G. Wells’in Dr. Moreau’nun Adası’nda ya da Grandville’in gravürlerinde sorguladığı gibi. Erwitt bize sıradan ile tuhaf olanı, gerçek ile gerçeküstü olanı ayıran ince çizgiyi hatırlatmaya çalışmış ve bunu hatırlatırken mizah dolu absürtlüğüyle eleştirel bakışın birleştiği yaratıcı bir alan inşa etmiştir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün