“Bir şehir ve iki kişi. Birbirleriyle sürekli karşılaşan, geçişen, çarpışan, ama birbirlerini gerçek anlamda hiçbir zaman görmeyen iki kişi. Dünyaya karşı iki kişi. Şehrin içinde hareket ediyorlar. Ezilmemeye çalışıyorlar. Şehirle başa çıkmaya çalışıyorlar. Herkes onlara karşı, onlar tek başına. Kâh seksen yaşındalar, kâh on sekiz. Bir bakmışsın mağdur durumdalar, bir de bakmışsın suçluluk duygusu içlerini kemiriyor. Biz tanıyoruz onları. Onlar da bizi tanıyor. Şehir değişiyor. Şehir sürekli farklı rotalar çiziyor. Şehir onları itip kakıyor. Diğer insanlar, şehirle bir olmuş, sürüklüyorlar onları. Her an başka bir tehdit altındalar. Sesler sarmalıyor hepsini. Kâh rahatsız edici bir kakofoni, kâh büyüleyici bir sükûnet. Kâh bir gürültü yumağı, kâh bir müzik. Ama aslında şehir de onlar, diğer insanlar da. Yani aslında ne kendilerinden başka bir şehir var, ne de kendilerinden başka diğer insanlar. Var olan sadece onlar. Yüzlerce, binlerce kendileri. Endişe dolu bir sevgi hikâyesi bu.”
Yazar, yönetmen, oyuncu, dramaturg Kerem Kurdoğlu ile, neredeyse tüm oyunlarının dekor ve kostümlerini tasarlamış, kimi oyunlarını birlikte tasarlayıp yöneten, kimini tek başına uyarlayıp sahneleyen Naz Erayda’yı ilk kez 1990’ların başlarında, Tarlabaşı Bulvarında değişik topluluklara açılmış eski manastırın bir salonunda kurdukları Kumpanya ile tanıdım. Otuz yıl önce hayranlıkla izlediğim nefes kesici ‘Fayton Soruşturması’nın çağının çok ötesinde, geleceğin tiyatrosu olduğunu düşünmüştüm. Topluluk, ‘Canlanan Mekân’ (1994), ‘Kim O’ (1995), ‘Haritadan Naklen Yayın’ (1996), ‘Everest My Lord’ (1997), ‘Vınnlamanın Binbir Yolu’ (1998), ‘Sahte Kimlikler 5’ (2000) ve ‘Yine Ne Oldu’ (2002) ile görme ve algılama biçimlerini tersyüz eden benzersiz öncü işler yapmayı sürdürdü.
Kumpanya, mekânın 2006’da kapanmasıyla tiyatroya bir süre ara verdi. Post-Prodüksiyon Stüdyosu ABT’nin yöneticisi, görsel efekt ve post prodüksiyon süpervizörü Kerem Kurdoğlu başarılı bir kariyerin paralelinde, Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yaptı. Artık eşi olan Naz Erayda, Türk Sinemasının önde gelen sanat yönetmenlerinden biri oldu, çok sayıda üniversitede eğitmenlik yaptı ve atölyeler yönetti. Ama, tiyatro tutkusu ikisinin de peşini bırakmadı.
2008’de Kurdoğlu, Kafka’nın Dava’sını, bildik anlamda “Kafkaesk” olarak değil, cilalı bir eğlence dünyasının sarıp sarmaladığı yükseklerden dibe yuvarlanma öyküsü olarak yeniden yazarak ‘İstanbul’da Bir Dava’ adıyla yönetti. Müziğin, koreografinin, görselliğin ön plana geçtiği bu müthiş etkileyici yorumu, beklenmedik biçemine karşın, metnin özüne müthiş sadık bir çalışmaydı.
2019’un sonlarında Kurdoğlu, Boğaziçi Üniversitesinde 1980’lerde tiyatro yaptığı arkadaşlarıyla bir araya gelerek, ‘Kel Şarkıcı’ya çağcıl ve heyecan verici bir yorum getirdi.
Artık tiyatrodan uzak kalma süreci bitmişti, pandeminin hemen ardından Kurdoğlu, ünlü Shakespeare karakterlerini çağımızın gözünden yorumlayan bir üçleme yazmaya girişti. Tek kişilik oyunlardan oluşan üçlemenin ilk oyunu, prömiyerini 26. Tiyatro Festivali’nde yapan ‘III. Richard: Niçin Yaptım’, Richard’ın tutkuyla bağlı olunan bir hedef varsa, uğrunda kötülüğe başvurmanın sorun olmadığını, hatta kötülüğün arsızca kullanılabileceğini ve kullanılması gerektiğini savunduğu hınzır bir kara güldürüydü. Mehmet Birkiye’nin yönettiği oyun, Afife Jale ödüllerinde Hakan Gerçek’e En İyi Erkek Oyuncu ödülü getirdi. Üçlemenin diğer ikisini heyecanla beklerken bu kez Kundura Sahne ilk yapımı ‘Geçen Gün’le, Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu’nu yeniden aynı projede buluşturdu.
Bu yazının konusu, Kurdoğlu’nun yazdığı ve Erayda ile birlikte yönettiği hibrit performans ‘Geçen Gün’. Böylesine uzun bir girişin amacı, İstanbul’da 15-16 yıl önce başlattıkları Rönesans’la, hâlen tiyatronun hasını yapmayı sürdüren tüm genç tiyatrocularının yolunu açan gerçek öncünün, Kerem’le Naz’ın Kumpanya’sı olduğunu anımsatmak, bilmeyenleri de bilgilendirmek.
Bir şehrin ve iki kişinin iç içe geçmiş çok sayıda, ama aslında hepsi aynı hikâyesi olan
‘Geçen Gün’ tiyatronun bildik kalıplarını kıran, anlatımı farklı biçem ve katmanlarda aktaran, iki oyuncunun performansını şaşırtıcı müzik ve ses düzeniyle, dans tiyatrosuna yakın koreografik hareket tasarımıyla harmanlayan bir çalışma.
Kerem Kurdoğlu ve Serkan Aka, boş bir sahnede, ekibin devamlı yerlerini ve mesafelerini değiştirdiği iki metal merdiven ve ince uzun iki metal platformla, inişleri, çıkışları, yokuşları, genişleyen ve daralan yolarıyla İstanbul’u başarıyla oluşturmuşlar. Oyunun belki de en önemli karakteri olan İstanbul’un, oyuncuları sarıp sarmalayan, alçalıp yükselen, kimi zaman nerdeyse sessizliğe dönüşse bile hiç susmayan sesini, arka planda yer alan Tophane Noise Band var ediyor. Selim Cizdan, Serkan Aka, Ufuk Fakıoğlu, Mihran Tomasyan’dan oluşan topluluk, başta Tophane’nin, genelde şehrin atıklarından gerek bulduğu gerekse yılmadan depoladığı malzemelerle ürettiği enstrümanlarla benzersiz bir ‘müzik’ yaparak, kentin sesini bir ‘gürültü senfonisine’ dönüştürüyor.
Esme Madra ile Ozan Çelik, müthiş şiirsel metni, aralarında paylaşarak, kimi zaman birer solo, kimi zaman birinin başladığını diğerinin tamamladığı bir kanon, kimi zaman bir koral olarak seslendirirken, bazen hareket ediyorlar, bazen hareketsiz konuşuyorlar, bazen de konuşmasız bir hareket serisi metnin akışını kesiyor. Uygulayıcı yapımcı Çıplak Ayaklar Stüdyosu’ndan Maral Ceranoğlu ile Mihran Tomasyan’ın hareket tasarımı hem iki oyuncunun hem başa çıkmaya çabaladıkları şehrin devinimlerini düzenliyor. Oyun başlarken bir ‘master of ceremonies’ olarak sahneye giren Tomasyan, ses ekibini de şehrin kalabalıklarına dönüştürüyor.
2003’te kurulan Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın, kendi dilini oluşturarak henüz adı bile konmamışken dans tiyatrosunun hasını yaptığını, alanına amatör ve profesyonel çok sayıda dansçı kazandırdığını da hatırlatayım.
Çok sağlam metin, oyunculuk, dans ve sesten oluşturulan sıra dışı gösterinin en büyük gücü, farklı disiplinlerin kusursuz bir uyumla benzersiz bir bütünlüğe ulaşması. Bu bağlamda yılın en önde gelen tiyatro olaylarından biri, hatta en önemlisi. 13, 14, 27, 28 Ocak ve sezon boyunca Kundura Sahne’de. Mutlaka izlenmeli.
Tiyatroİn’le yine, yeniden
‘Mikado’nun Çöpleri’
Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ile edebiyatımızın ‘garip’ akımının önde gelen yazarı Melih Cevdet Anday’ın, sosyal baskılar altında büyümüş ve sıkışmış bireylerin boşa çıkmış yaşam beklentilerini, burukluklarını, aykırılıklarını, kırılmışlıklardan oluşan mutsuzluklarını, hüzünlerini, yalnızlaşma yolundaki çırpınışlarını, ender neşe anlarını, yerli yersiz öfke patlamalarını, bilinçli olarak kurguladıkları ‘oyun’lardan oluşan dünyalarını yansıtan zamansız oyunu ‘Mikado’nun Çöpleri’, yazılışından 56 yıl sonra yeniden sahnede.
Adam, karlı ve soğuk bir gece yarısı yolda karşılaştığı, kundağında bebesiyle sokakta kalmış kadını evine getirir. Yarım yüzyılı aşmasına karşın, Anday’ın olağanüstü metninin hâlâ her sözcüğü yepyeni, taptaze. İkilinin gece boyunca kendilerini var etme çabasıyla yüzleşmeleri, düşünsel ve vicdani hesaplaşmaları, ‘öteki’ ile ilişkilerde yaşadıkları karşılıklı kaypaklıklar, yalanları inandırıcı kılmak için takındıkları maskeler hâlâ güncel.
Yönetmen Engin Hepileri 12 ahşap çubukla çevrelenmiş penceresiz odayı da tasarlamış. Yalın ve çok başarılı sahnelemesinde, oyuncularına o vidalanmış iki katlı çubukları çözdürerek en başından beri “Mikado” oynadıklarını hissettirmesi parlak bir buluş.
Oyuncu yönetimiyse müthiş. Her gece içip içip kendi kendine konuşan Adamın gerçekten Kadınla mı yoksa her zamanki gibi kendisiyle mi konuştuğu, çocuğun gerçek mi taş bebek mi olduğu konularında devamlı şüphe uyandıran, gizemi hiç açığa çıkarmaksızın ikiliyi gerçek ile gerçeküstünü ayıran sırat köprüsü gibi incecik çizgide yorumlayan Merve Güran ile Musa Can Pekcan olağanüstü bir ikili oluşturuyorlar.
Kanımca yılın bir diğer çok önemli tiyatro olayı. 15 Ocak CKM, 16 Ocak Fişekhane ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde. Kaçırmayın.