Parçalanmışlık / 06 Ekim 2021
“Niçin felsefe?” sorusu ile yola çıkmıştık. Aynı yoldan gideceğim ve daha sonra yavaşça Spinoza’da özne ile özgürlüğe bir geçiş yapacağım. Daha önceki konuşmada felsefe ile arzu arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştim. Felsefe yapmak, hakikatin yoluna boyun eğmektir, demiştim. Ayrıca felsefe yapmak, apriori yani öncel olarak özgürleşmek demek değildir. Peki, o zaman nedir felsefe yapmak? Özgürleşmeden önce arzuyu tanımaktır, demiştik. Yani eksik olanın eksikliğini anlamaktır. Eksik olanın eksikliğini kavrayabilmektir. Hakikatin de kavranabilmesi demektir. Hakikatin kendisi, kendi sınırları içinde özgürleştirici olabilir. Yani hakikatin kendisinin yeniden inşa edilememesidir. “Böyle bir özgürlüğe var mıyız?” diye sormuştuk, biraz zor demiştik çünkü biz néant’da yaşayan yani boşlukta yaşayan çocuklarız, öyleyse boşluğun çocukları olarak biz özgürlüğün ne demek olduğunu çok iyi kavrayamadan, özgürlüğün illüzyonuyla yetinmek zorundayız. “Bir şeyi unuttuk” demiştik. “Modern zamanların başından beri hayal kırıklıkların içinden bir şey inşa edebileceğimizi düşündük” demiştik. Halbuki unuttuk ki, boşluğun üzerine, yokluğun üzerine herhangi bir şey inşa edilemez. Peki o zaman burada bir şey çıkıyor ortaya; arzuyu anlamak ve kavramak. Arzuyu derinliğine anlamak demiştik, felsefenin sözünü anlamak ile aynı şeydir. Önce arzuyu anlamak önemli ama hemen ondan sonra filozofun sınırlarının kavranması gerekliliğin önemli olduğunu düşünüyoruz.
Parçalanmış bir birlikten bahsetmiştik; arzu, arzu edilen birliğin olmaması yani geçmişte bir zamanda -herhangi bir zamanda, tinsel bir zaman da olabilir bu, aklın bir zamanı olması gerekmez- parçalanan birliğin içinde varlığın yabancılaşmasıydı. Yabancılaşan varlığın tahayyül edilen zaman öncesi bir zamana geri dönmesiydi. Tahayyülün bizzat kendisi aslında tehlikelidir ve herhangi bir çıkmazı da kendi içinde taşır. Heidegger’in felsefenin bir yere çıkmayan yolları vardır sözü akılda kalmalıdır. Yani felsefenin yolları bir yere de çıkmayabilir ama yapacak başka bir şey yok. Başka bir yol yok çünkü parçalanmışlığın içinde yaşıyoruz.
Çağdaş yabancılaşma yani yaşadığımız yabancılaşma, Camus’den Heidegger’den ve tabi ki Spinoza’dan itibaren yabancılaşma; birliğin parçalanmasıdır. Yabancılaşma, parçalanan birliğin; mesela bugün yok edilen tabiat, kendinin kendini yok etmesi, kendinin kendi varlığını ortadan kaldırması veya kısa vadeli arzuların peşinden kendinin kendini yok etmesi olarak düşünülmelidir. Zamanın ötesinde tesis edilmiş olan tekliğin geri getirilmesidir. Tekliğin, tek olarak geri getirilmesinden başka yolumuzun olmamasıdır. O zaman, çıkacağımız yolda tekliği arayacağız. Çıkacağımız yolda özgürlüğü arayacağız. Felsefeyle ama özellikle Spinoza ile beraber iki tane büyük arayışımız olacak. Spinoza’nın felsefesi bütünlüğün felsefesi olduğuna göre - yanlış anlaşılmasın yani Spinoza’nın felsefesini özgün bir monist olarak1, tekçilik olarak tabi ki niteleyemeyiz- sonuç itibariyle panteizmi bir bütünlük kavrayışı olarak, varlığın tümü olarak kavrayabiliriz. Öyleyse bir parçalanmışlık var. Bu parçalanmışlığın içinde yalnız ve yabancı kalan biz varız; insan var yani varlığın bizzat kendisi var ama bir taraftan da bir olan çok olanın içinde yayılıyor.
İnsan olan, bir taraftan kadın ve erkek bile birbirine iki zıt varlık olarak görülürken, bir taraftan da neredeyse büyük bir tabiat yasası halinde, bir çekim gücü ile birbirine kenetlenmenin, birleşmenin, bir zamanlar “bir” olarak var olmuş olmanın özlemini taşır. O zaman “niçin felsefe?” yaparız sorusu zaten kendi cevabını kendisi vermiş durumda. “Niçin felsefe yaparız?” ve “niçin arzularız?” sanki birbirinin içinde büyüyen, kenetlenen ve birbirini doğuran, birbirini büyüten iki tane büyük sorun.
Felsefe ve Arzu Üzerine
Schopenhauer, “insan, niçin arzuladığını bilir ama insan zannettiğinden emin değildir. Çünkü insan aslında niçin istediğini bilmez” der. Bu önemli bir tespittir ve hatta Schopenhauer ilave eder, “hatta bunu düşünebilecek yetiye bile sahip değildir”. Yani arzumuzun kökenleri hakkında herhangi bir bilgimiz yok diyor Schopenhauer. Peki o zaman nasıl felsefe yapacağız? Felsefe yapmak için en azından bilmediğimizin bilincinde olmak gerekiyor. Yani bilmediğimizin bilincinde olduğumuzda arzunun arzusuna sahip olabiliriz. Spinoza neredeyse aynı şeyi söylüyor. Diyor ki, “bilmediğimizi bilmememiz nereden belli olur?” diyor, “arzumuzu ve isteğimizi ortaya çıkaran dış şartlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamamızdan”. Herhangi bir bilgiye sahip değilsek ve bu bilgiyi düşünemiyorsak, felsefeyi nasıl yapacağız? O zaman tersinden yaklaşayım soruya; ancak bu sayede felsefe yapma isteği duyacağız. Ama bunun için de yine bir ön koşul var; dış şartlar hakkında bilgi edinme isteğinin var olması. Yani Spinoza’nın deyişiyle, “insanlar her şeyi bildiklerini zannederler hatta insanlar her şeyi bildiklerinden çok emindirler ama insanlar aslında herhangi bir konuda somut olarak bir şey bilmezler ve genel olarak cahildirler”.
Spinoza politikacı falan olmadığı için bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmüyorum; “İnsanlar genel olarak cahildirler.”
Felsefe, Hegel’in deyişiyle, arzu etmek ile neredeyse aynı şey. Spinoza’yı da işin içine kattığımızda zaten değişik bir şey yok. Neyi arzu ediyoruz? Arzuyu arzuluyoruz. Yani bilmediğimizi bildiğimiz için bilmeyi arzuluyoruz. Eğer bilmediğimizi bilmezsek, arzulayacak bir şey kalmayacak. Arzulayacak bir şey kalmadığında felsefe kalmayacak. Spinoza da tamamlıyor. Diyor ki, “insanlar istiyorum derler, eyleme geçerler ama neyi, niçin istediğini bilmezler ve bunun üzerine çalışmazlar”. Dolayısıyla buradaki bilmek, spesifik bir konuda bilgi sahibi olmak demek değil tabi ki. Bu konudaki bilmek; varlığın var olmak şeklini bilmek, kaderimizi bilmek. Çünkü kaderimizin üzerinde belirleyici bir şeydir bilmenin illüzyonu içinde yaşamak. Yani bilmenin illüzyonu içinde yaşamak; boşlukta savrulmak demektir. Seneca’nın dediği gibi, “nereye gideceğini bilmeyen gemici için uygun rüzgar yoksa”, bilmediğini bilmeyen için de uygun bir yaşama şekli yoktur. Öyleyse felsefe arzuya boyun eğmektir bir anlamda. “Boyun eğmek” derken arzuyu anlamaya çalışmaktan bahsediyorum. Arzuya boyun eğmekten kastım; arzunun tutsaklığında yaşamak değil. Arzunun rehberliğinde yaşamak da değil, asla! Tam tersine, felsefe, arzunun varlığını kabul edip, arzunun varlığını tanımadığımızı kabul etmektir. Yani bilmediğimizin bilgisine sahip olduğumuz andan itibaren felsefeye başlayabiliriz. Aksi halde öyle bir arzumuz yoksa veya “biliyoruz” illüzyonu içinde yaşıyorsak, zaten yapacak bir şey yoktur. Arzu edecek bir şey yoktur. O zaman felsefe de yoktur. Lyotard da aynı şeyi söylüyordu. Diyor ki, “felsefe yaparız çünkü arzu ederiz”. Spinoza nasıl tarif ediyor bunu? Spinoza, “felsefeyle arzuyu tahlil etmeye çalışırız. Arzuyu anlamaya çalışırız”. Filozof olmamasına rağmen psikiyatrın yapacağı o değil midir aslında? Mesela Freud’un dediği o değil midir? Arzuyu anlamak değil midir? Bir anlamda “ben”in bilincine varması değil midir? “Ben”in bilincine ulaşması değil midir? Bir adım sonrasında da felsefe sayesinde, felsefe ile beraber “ben”in tahakkümünden, kendimizin despotizminden kurtulunmasıdır. Objektif olmak belki bu anlamda subjektif olmanın üstünde kalacaktır. Objektif olmanın belki anlamı budur ama Husserl’e göre bunun mümkünlüğü yoktur. Yani ego, kendinden sıyrılarak egoya bakamaz. Spinoza burada sanki aynı şeyi söyleyecek, sonra ayrılacak. O çok övdüğümüz nesnellik mümkün müdür? Subjektif olan objektif olmaya karar verebilir mi? Subjektif olan, kendi gözlüklerini bırakıp, kime ait olduğu belli olmayan gözlüklerle bakabilir mi dünyaya ve kendine? Ama eğer objektif olunmazsa nasıl bileceğiz? Her şeyin kaynağının kendimizde olduğunu düşüneceğiz.
Spinoza diyor ki, “dışarıda olup biten üzerine yani kendi dışımızda olup biten üzerine, bilgi sahibi olmamak cehalettir”. Bilmediğini bilmemek cehalettir. Çünkü dışarıda olup bitenin kendi kararlarımız ve arzularımız üzerinde etkisi vardır. Bu söylenenleri bugünün dünyasına uygulayabilir miyiz? Tabi ki çok rahat uygulayabiliriz. Bunun için Spinoza’ya devrimcilerin babası ismi verilebilir mi? Bu anlamda ilericiliğin büyük ismi olarak söylenebilir mi? Söylenebilir! Bugün eğer bir işletmenin yöneticisi, kendi kârı artması için, toplumda çok çalışmanın teşvik edilmesi gerekir diyorsa, bizim cehaletimiz bunu kavramaktan uzak olduğu için, çok çalışmanın erdem olarak düşünülmesi gerektiğini ileri sürersek ve aslında bu yargımızın işverenin isteğinin bizimkine nakledilmesi olduğunu bilmezsek, cehaletimiz bize vardığımız kararın kesin doğru olduğunu söylettirecektir. Ama aslında isteğimiz başka birinin istediğidir. Mesela savaşta ülkesi için ölmek gerektiğinin erdemli olduğunu nereden biliyoruz? Başka birileri öyle söylediği için. Başka birilerinin isteği bize, bizim istediğimiz gibi benimsetildiğini için söylüyoruz. O zaman, öznenin özgürlüğü nasıl mümkün olacak? Özgür olmayan, bilmediğini nasıl bilecek ve nasıl arzu edecek bilmeyi? Arzusunun nasıl farkına varacak? Ve nihayet Rousseau’da da gördüğümüz gibi şu ayrım nasıl yapılacak; onur ile, öz sevgi ile, salt kendi çıkarı için yaşamayı nasıl ayıracağız birbirinden. Onuruna düşkün olmak, kendini sevmek bu anlamda başka bir şeydir. Başka birini aşmak için, onu kıskanıp rekabet etmek ise başka bir şeydir. Bunun ayrımını yapmak için önce bunun eksikliğini bilmemiz gerekir. Spinoza’nın ve Rousseau’nun da dediği aynı şey. Bunun ayrımının farkına vardırılmazsak -özellikle egemen toplumsal güçler tarafından- bunların isteğini içimizde hissetmediğimiz zaman felsefe yapamayız. Felsefe çünkü bunu anlama isteği olacak.
Felsefenin Doğuşu: Arzu ve Bütünlük Arayışı
Rousseau; “kendi onuruna düşkünlük anlamında kendini sevmekle, sonuna kadar sadece kendi çıkarını kollamak arasında fark vardır” diyor. Onuruna düşkün olmak anlamında kendini sevmek, yaşamı anlamlandırandır. Diğer bir tanesi, kendi çıkarına düşkün olmak; başka birini aşmak, elimine etmek ve geçmek anlamını taşıyacaktır. Ve onun ismi sonsuz arzudur. Spinoza da bu ayrımı yapar. Ama postmodernitenin temel kurucusu Lyotard’ın öyle bir ayrımı yoktur. Bugünün iktisat dünyasında da öyle bir ayrım yoktu. Çünkü iktisat rekabet üzerine kurulur. Bugünün yaşamında rekabet yüceltilen bir durumdur. Hepimiz rekabeti yüceltiyoruz. Spinoza da diyor ki, “yücelttiğimiz değerin, değer olup olmadığı ve bizim tarafımızdan bizzat istenilir bir durup olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur”. Bu muhtemelen bize böyle benimsettirildiği için böyle düşünülüyor. Bir bilgimiz yoksa, Rousseau’nun dediği gibi, bunun üzerine düşünmemiz imkansız olacak. Onun yerine bu çağda geçerli olan, mesela iktisadi davranışı benimseyeceğiz. Ve iktisadi davranışın bir erdem olduğu düşüncesiyle eyleme girişeceğiz. O zaman, o noktada felsefe gereksizdir. Felsefe doğamaz. Eksiklik hissetmeyince felsefe doğamaz. Felsefe bir istekle ortaya çıkacak. Bu istek, belki de mitolojik zamanlarda var olan birliğin ve bütünlüğün her anlamda kaybolmasıyla ortaya çıkacak. Kadınla erkeğin birbiri karşısındaki yabancılığıyla, tabiatın karşısında bizim yabancılığımızla; yabancılaşmamızla, büyük yabancıyla, Camus’nün Yabancı’sıyla ortaya çıkacak.
Hegel biraz daha değişik yaklaşıyor. Hegel diyor ki, “birleştirme gücü, bütün yapma gücü, tek yapma gücü insanların yaşamından çıkıp gidince, karşıtlıklar canlı ilişkilerini ve etkileşimlerini kaybedecek ve özerkliklerini kazanacaklardır”. O zaman ortada bütün yerine, karşıtlıklar teker teker öznel bir gerçeklik halinde kalacaklardır. Bütünlüğün dışındaki bütünlükler ortaya çıkacaktır. O zaman felsefe ihtiyacı doğacaktır, o parçaları görüp, bilincine varınca. Bütünün parçalanmış olduğunu ve artık var olmadığının idrak edince. Ama Spinoza diyor ki, “bütün, bütün olduğu için bütündür”. Bunun böyle olmaması mümkün değildir. Diyor ki, “kurtuluş, Tanrı aşkındadır” yani bütünün aşkındadır. Devam ediyor “ruhun, Tanrı ile birlikteliğindedir. Onun dışında sevmenin mümkün olmadığının bilinmesindedir. Spinoza’nın neredeyse bütün yapıtı bu. Yani ebedi ölümle, ebedi yaşam arasındaki bir kaderdir. Ölüm de ebedidir. Yaşam da ebedidir. Bunu kapsayan bir bütünlük içindedir. Eğer oraya (bütünlüğe) ulaşılabilseydi, felsefe olmayacaktı. Felsefe, oraya (bütünlüğe) ulaşılamayınca, onu içeren bütün parçaların kendi başlarına sonsuzluğa, boşluğa savrulmasıdır. Ruhun bir yere maddenin bir yere, insanın bir yere hayvanın başka bir yere, kadının bir yere erkeğin başka bir yere savrulmasıdır. Bunun (bütünlüğün) arayışı ve özlemidir. Çok eski zamanlardan kalmış buna duyulan hasrettir. Felsefe ancak orada (bütünlük) vardır. Bunun bilincine varmak, bunun bilincini kavramak erdemin bizzat kendisidir. Çünkü bunun bilincine ancak aklın egemenliği ile ulaşılacak. Ama buradaki erdem, bireysel erdemden çok daha fazladır. Bireysel erdemin bir adım önündedir. Bunun bilincine varmak gerekecektir.
Felsefe, eksikliğin bilincinde, erdemi arama çabası olacaktır belki de. Parçalanmış olanı bulmak, aramak demek olacaktır. Peki, bu birlik nasıl kaybolmuştur? Nasıl olmuştur ki, bu geçmiş zamanlarda, zaman ötesinde var olduğu düşünülen, belki Spinoza’nın deyişiyle, Tanrı aşkında var olduğu varsayılan, büyük birlik ve bütünlük nasıl olacak da tekrar kavranacaktır? Spinoza için büyük bir ipucu var burada. Sanki teolojidedir bütün mesele. Teolojinin kendisidir büyük tanrısal birliği parçalayan. Teolojinin bizzat kendisidir büyük birliği parça parça boşluğa savuran ama oradan bugüne gelebiliriz. Belki egemen toplumsal güçlerdir büyük birliği parçalayan.
Hegel, “felsefe doğarken bir şeyler ölür” diyor. Arzu ölür. Eksiklik tamamlandıkça, eksikliğin eksiklik bilinci yavaş yavaş ölmeye yüz tutar. Birleştirme gücü arttıkça, o eksikliğin arayışı azalır. Birleştirme gücü yoksa, oradaki karşıtlıkların hepsi kendi başlarına boşluğa savrulacak ve özerklik arayışında olacaktır. Özerkleşen parçalar, bütünün kavranmasını önleyecektir. Bütünün kavranmasının önlenmesi, bizim bütün hakkında sadece illüzyona sahip olmamız sonucunu getirir. İllüzyonu da gerçek zannedeceğiz. Cehalet bu demektir. İllüzyonun gerçek zannedilmesi, illüzyonun arkasındakini anlama istediğini havaya uçuracaktır; yok edecektir. Ve sanki arzu edilecek bir şey kalmamıştır. Öyleyse felsefeye de gerek yoktur. Bu kez Spinoza’nın de deyişiyle, büyük ve tek bir yasa yerine, aynı türlerde, yasalar ve düzenler çokluğu ve parçalanmalar ve özerklikler çokluğu ortaya çıkacaktır. Ve bu da parçalanmış ruh ve beden birliğine denk düşecektir.
Daha önce de ifade ettiğim, Paul Claudel’in Saten Papuçlar (Le Soulier de satin) oyunu vardır. Buranın başında çok güzel anlatır bunu. Çok uzun bir oyundur. Birkaç satırını aktarmak isteyeceğim. Aktörlerden bir tanesi diyor ki;
- Senyör, nihayet geldim huzurunuzdayım. Bakın şimdi neler söyleyeceğim size. Teşekkür ederim beni dinlediğiniz için. Biliyor musunuz? Gerçektir, haça bağlıyım. Haçın dışında bir yaşam oluşturamıyorum. Ama ilginç olan bir şey var; benim bağlı olduğum haç, kendisi hiçbir yere bağlı değil. Benim bağlı olduğum haç, denizin üzerinde yüzüyor. Deniz bu durumunda özgür. Ama nereye kadar özgür? Bildiğimiz gökyüzünün yok olduğu yere kadar. Her şey benim etrafımda oldu. Her şey benim etrafımda oluştu ama bütün bunlardan sonra büyük bir sükûnet başladı. Bu sükûnetin içinde ben yok olmuş parçacıkları nasıl ayıracağım. Nasıl bulacağım sayın Efendimiz? Bana yol gösterir misin? Nihayet son dalga geldi. Bu son dalga beni kendisiyle beraber sürükleyip götürecek. Gidiyorum ve Tanrı’nın bu bölünmeyen, bölünmeyecek olan yapıtına sarılıyorum ve onun o kutsal ruhunun içerisinde, kendi ruhumdan vazgeçiyorum.
Bundan daha iyi bir ifade olabilir mi; “onun kutsal ruhunun içinde, kendi benliğimden vazgeçebilirim”. Burada Husserl’in ego tarifinin çok dışında bir şey var. Burada, büyük bir bütünlük arayışı var. Büyük bir bütünün içinde kavranabilme, oluşabilme, onun içinde yaşayabilme arayışı var. Ancak o zamandır ki felsefeye gerek olmayacaktır. Bu büyük arzuya erişildiği zaman ancak felsefe olmayacaktır.
1Temelde varlığı tek bir ilkeye veya maddeye dayandırmak.