“Sinema İnsanın Akıl Dışı Beklentilerine Seslenen Bir Olgudur”

Selin Sebla OK Perspektif
10 Ocak 2024 Çarşamba

Yoklukların, ele geçmezliklerin, gönülden geçirilenlerin, eylemsizleştirilenlerin, iç mekanların içselliğinin, dış mekanların kimliksizliğinin dramasını anlatmayı seçen, doğrudan bakışın yerine voyeurist iştahını önermekten çekinmeyen, hep sözünü ettiği o insanın akıl dışı beklentilerini onu kendi yapan nitelikler olarak sadeleştirebilen, kısaca Hayat’ı sinemayla düşünmeyi pratik eden Zeki Demirkubuz son filminde bugüne kadar konu aldığı kavramlardan da sinema dilinden de ödün vermiyor.

Hayat bu nelere gebe bilemezsin… Hayat işte! büyük konuşmamak gerekir… Bak buna Hayat denir acısıyla tatlısıyla…

Hayat ile ilgili güzellemeler böyle uzayıp gider çünkü Hayat zaten sonsuz varyasyonlarıyla uzar gider. Bu nedenle kıymetlidir hem de iddialıdır Hayat üzerine bir film yapmak. Söyleyecekleriniz öncesinde büyük bir beklentiyle çarpışabilirsiniz. Ne anlatacaksınızdır ki Hayat’a karşılık gelecek. En önemlisi nasıl anlatacaksınızdır.

Nasıl anlatıldığı eşsizlik kazanmış Demirkubuz sinemasını betimleyebiliriz. Örneğin, perdenin içinde olup bitenler kadar perdenin dışında kesintiye uğratılan sekansların dramatizasyona dahil edildiği, böylece Hayat’ın düz bir çizgi üzerinde akmadığının hatırlandığı, kesintiye dek geçen sürenin kendi içinde bir öyküsünün olduğu ilk kez deneyimlediğimiz bir şey değil. Ya da yine özgürlüğün teslimiyet üzerinden anlatıldığı diyaloglar, her an hararetlenebilecek atışmalar, kuvvetli bir şekilde patlayan duygu durumlarını izleyen sükûnet vurgusu uzun süreli dikkatimizi yakalamayı başaran Demirkubuz’un sinemasının hemen ilk anda dikkat çeken özellikleri.

Ayrıca filmlerinde güçlü otobiyografik yansımaların olduğunu da biliyoruz. Zeki Demirkubuz’ un filmlerinde temel insan problemi olarak ilk sırada yer alan vicdan konusu insana dair her şeyi umursamaktan güç alıyor. Bu açıdan kayıtsızlık meselesi bir aşırılaştırma efekti olarak karşımıza sıklıkla çıkarılıyor. İyiliği, güzelliği, kötülüğü, çirkinliği, avamlığı, zenginliği, kültürelliği, yoksulluğu, ahlakı, sevgiyi, düşmanlığı ve daha birçok insan özelliğini aynı vicdani değerler üzerinden umursadığını söylüyor. Onun sinemasında insan olmak başlı başına özellikli olmak. İnsan olmak kavramların temsili bir karakter olmak…

Filmin ilk sekansında dünyanın nerdeyse tüm ağırlığını yanında getirdiği torbalara doldurmuş olan mahcup adamı izlemeye başlıyoruz aralık bırakılmış kapının ardından. Umut Kurt’un etkili oyunculuğu babanın yaşadığı mahcubiyet duygusunu dozunda yaşatıyor ve Osman Alkaş’ ın canlandırdığı dede karakteri karşısında aşırıya kaçan söylemlerini gerçekleştiremeyecek vicdana sahip bir baba olduğu hemen anlaşılıyor. İlk andan itibaren karakterlerin her birinin yaşadıkları toplumun zihniyetine karşılık gelen minyatür portreler olduğunu kavramaya başlıyoruz.

Rıza’nın dedesi muhafazakâr olmasına rağmen aslında daha batılı, modern tartışmalara açılımlar yapabilen bir karakter olarak çizilmiş. Torununa karşı vicdani yükümlülüğü fazla olan biri. Burak Dadak’ın büyük bir başarıyla canlandırdığı ana karakter Rıza ise Hayat’ a karşı çok toy olmasına karşın gerçekten umursadığı için sürekli soru soran biri. Bu soru sorma refleksine filmin sonlarına doğru Miray Daner’in etkileyici Hicran ana karakterlerinde de dikkat çekiliyor.  Kişiyi veya olayı anlamaya yönelik soru sorarak günümüz insanının sürekli fikir beyan etme, “slogan atma” dejenerasyonuna da özel bir eleştiri sunmakta bu karakterler. Hatta bu duruma müthiş bir kontrast yaratan Cem Davran’ın kusursuz bir oyunculukla canlandırdığı Orhan karakteri durumu daha da belirginleştiriyor. Hiç durmadan konuştuğu sözde diyalog sahnesinde ilişkilerde sürekli bildirimde bulunmaya, karşılıklılık ilkesinin laf kalabalığı içinde yok olmasına dair epik bir sahne çekmiş Zeki Demirkubuz. Bu sahnede özellikle Hicran’ın kayıtsız davranışı kendisiyle kurulamayan ilişkiye karşı bir duruş kazanıyor. Bunun Hicran açısından yeni bir durum olmadığını ve her şeyin farkında olarak sustuğunu anlıyoruz bir müddet sonra. Özellikle babasına duyduğu sevgi ve bunun karşılığı üzerine söylediği kısacık replikler bizi tipik erkekliğin ve baba figürünün konumunu değerlendirmeye ve bunun karşılığında ilişkilere yansıyan güvensizliği anlamaya zorluyor.

Filmi bu denli etkileyici kılan bir başka özelliği de Hayat ve canlılık duygusunu yaratmak bağlamında sıradan ve arada kalmış durumları erişilmiş bir gerçekliğe kavuşturma başarısında. Rıza’ nın Hicran’a söylediği “İlk defa bir sokak lambasının altında gördüm; yüzünü. İçim cız etti, karnıma bir ağrı girdi. Sonra sabaha kadar uyuyamadım.” repliği filmin öyle bir anında söyleniyor ki onların Hayat hikayesinin o anda başladığını hissediyoruz.

Hayat filmi bir şekilde tüm kişisel savaşımlara karşın kasvet yüklü bir film değil. Hatta daha önemlisi Hayat’ın tüm şiddetine karşın yumuşak geçişler ve bitişler öneren bir film. Zeki Demirkubuz’un da söylediği gibi bugün herkesin gırtlağına kadar kendisiyle meşgul olduğu, kendisini merkeze aldığı yalnızlaşmış Hayat’larına dair bir sorgulama öyküsü.

Demirkubuz sinemasını var eden öğelerden olan ufak tefek ayrıntılar, mekân seçimi ve mekânı görselleştirme tekniği bu filminde de dikkate değer nitelikler.  Özellikle iç mekanlardaki kahvaltı ve yemek sofraları ya da televizyon izleme sahneleri gibi ortak yaşam kurguları büyük, görkemli ve fotografik dinginlikten uzak bakış açısıyla Demirkubuz’ un insanlık durumlarını küçük harflerle nasıl ustalıkla betimleyebildiğini gösteriyor. Farklı evlerin, zamanların ve gerçekliklerin içinde tekrar eden bu benzer sahneler yönetmenin de birçok kez dile getirdiği ilişkileri büyütüp, toplumsallaştırıp diğer insanlarla ilişki kurma biçimine dönüştürmenin ustalıklı görselleştirmesi niteliğinde.

Karakterler ve onların izleyiciyi her an şaşırtan tepkileriyse aslında genel olarak insanla ilgili aynı soruları sormak üzerine bir meydan okuma. Kişi sabit ve değişmez tutumlara, davranışlara mı sahip olur Hayat’ı boyunca? Kişiyi “idealine” götüren yol düz bir yol mudur? Ve amaçlanan hedefle varılan hedef hep aynı mıdır? Bu sorulara verebileceğimiz yanıtlar genellikle hayır olacağı halde bile bizler filmlerde yine de karakterlerin davranışlarını ve nasıl bir kişiliğe sahip olduklarını sabitleme ihtiyacı duyarız. Oysa belki de en önemli şey bu değildir. Zeki Demirkubuz’un karakterlerini gerçekçi kılarken önemli olan tek şey defalarca belirttiği gibi insan ne yaşarsa yaşasın, yaşadıkları üzerinde bir duyarlılığı, bir vicdanı, bir hassasiyeti, bir ahlak anlayışı var mıdır yok mudur? Ve eğer yoksa ne yaşadığı o kadar da hikâye değildir. Bu açıdan Hayat filminin başarısını bir kez daha anmamız gerekiyor. Özellikle bir boşluğa atlarcasına başladığı yolculuğuyla tanıştığımız Hicran’ı anlamaya çalışırken.

Öncelikle iradesine yabancılaşmış, derinleşemeyen biri olarak çıkar karşımıza Hicran. Etrafında olup bitenleri sanki kendi başına gelir gibi değil de bir seyirci gibi izliyor ve bizi konumumuz dolayısıyla hayli huzursuz eder bu durum. Gerek Rıza tarafından ona silah doğrultulduğunda, gerek uzayıp giden bir konuşmaya maruz kaldığında, gerekse babasından dayak yediği sahnede bu kayıtsızlık hali bizi Hicran’ın Hayat’ı üzerindeki kontrolü konusunda sorgulamaya iter. Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May bu kayıtsızlık durumunu modern insanın temel sorunu olarak ele alır. May’ a göre umursamak sevgi ve şefkatin kaynağıdır ve modern insan gittikçe bu duygulardan uzaklaşmaktadır.

Hicran’ın Rıza’yla karşılaştığı ve Rıza’nın hapse girdiği sürecin ertesinde eve dönüş kararı da gerçekten Hayat’ına sahip çıktığı konusunda ikna etmez bizi. Tıpkı gidişi gibi dönüşü de bir etkiye bağlı kılınır. Dışarıdan gelen bir etkidir bu ve görürüz ki onu başa döndürür aslında. Önünde sonunda istemediği Rıza’yla değil de istemediği Orhan’la ortak bir Hayat’ın içinde bulur kendisini. Ta ki Orhan’ın evden ayrılıp kendisinin baba evinde hasta olduğu ve hastalıktan sanrılar gördüğü ana kadar sürer savruluşu. Bu bölüm çok çarpıcıdır çünkü gördüğü düşlerinden biri, filmin başında Rıza’nın terkedilişiyle kendi yolunu kaybettiği günlerde gördüğü düşün aynısıdır. Freud’ a göre gün içerisinde yaptıklarımızı ve/veya arzularımızı rüyalarımızda da duyumsayabiliriz. Bu şekilde filmde nesnellik düzeyinde var olamayan bir birlikteliğin rüya metaforuyla iki taraf için de farklı zaman aralıklarında oluştuğu gösterilir. Ayrıca Demirkubuz’ un rüya metaforu kullanımı sinemanın ontolojisine de atıf yapar. Sinema da tıpkı rüya gibidir ve sinemadaki karakterler ve olaylar da rüyalar gibi analize ihtiyaç duyarlar. Burada rüya, sinemanın sonsuz biçimde analize ve felsefi önermeye açık olduğu bilgisini Freudiyen bir yöntemle sunar. Sonuç olarak Hicran için çözülme anı bu aşamadan sonra başlar ve biz de onunla Hayat’ının yeni boyutunu deneyimlemeye davet ediliriz.

Hayat filmi ekseninde tartışılan bir başka konu da yönetmenin kadın meselelerine çözüm aramadığına dair söylemi üzerinden ilerler. Dozu bir miktar ayarlanamayan eleştirilerde yönetmenin izleyiciye karşı sorumluluğu hatırlatılır ki bu da filmi çeken kişinin hangi niyetlerle karakterini oluşturduğuna dair iktidarı elinden alacak boyutlara ulaşır kanımca. Bir yaratıcının karakterini görmek istediğimiz noktaya çekmek, eleştirilen eril iktidar dilinin yinelenmesi açısından şaşırtıcıdır. Bu noktada Hicran karakteri özelinde yorumum ise şiddet gören kadın ekseninden bakmak yerine karakterin eril bir toplumdaki konumunu tartışmaya açmanın daha anlamlı olacağı. Dolayısıyla bu bakış açısı toplumu anlamaya çalışarak şiddet göreni zavallı bir mağdur, göstereni de Demirkubuz’un belirttiği gibi yaşadığı sürece sevebilmesi ve şefkat gösterebilmesi olanaksız bir toksik kimlik olarak analiz etmekten uzak tutar. Kendi sözde erdemlerimize yüksek değerler biçmekten de… Zeki Demirkubuz eleştirsek de kendi ifadeleriyle “İnsan olmanın doğasında pespayelik, erdem, idealist ve aşağılık olma halleri bir aradadır. Homojenlik yoktur. Aydında da yoktur” düşüncesini taşıyarak sinema yapmaktadır ve düşünceler özellikle sanatlar da özgürce dile gelirler.

Yazıya son verirken asıl baştan beri sormak istediğim şeyleri soracağım. Hayat, sıradan insanların bu kadar sıradan görünen hikayeleriyle mi anlatılmalıydı? Hayat daha karmaşık ve şaşırtıcı bir şey değil miydi? Herkesin kurabildiği cümleler kullanıldığı zaman yavanlaşmıyor muydu? Genele ait tutum ve davranışları değil, özel olanı bulup çıkarmamalı mıydı Hayat karşımıza? Yoksa yeter miydi Hayat’ın sıradanlığı, basitliği bizi kayıtsızlıktan kurtarmaya? Hayat’ da bunca önemli olay olurken her gün Hicran gibi batağa saplanmanın eşiğinde dolaşan cahil kızları dert edinmek büyük bir lüks değil miydi?

Yönetmenin kendisi bu ve bunun gibi sorulara cevaben Hayat duygusunun bize verdiği değerin tam da buralarda olduğunu ve başkalarının acıları, hikâyeleriyle aslında kendimizi tanıyıp anladığımızı, kendi içimize bakmayı öğrendiğimizi söylüyor. Bu açıdan düşünüldüğünde Zeki Demirkubuz sinemasının bir izleyici için özgürleşme sürecine ve kendi Hayat tanımını bulmaya dair en kıymetli deneyimlerden biri olduğunu söylenebilir.

Benim açımdan Hayat filmi modern insanın problemlerinin belki de başında gelen kayıtsızlık ve umursama halini aşırılaştırıp merkeze alışıyla öne çıkıyor. Zeki Demirkubuz Hayat’ı tam da diğer filmlerimin bir toplamı bile olabilir diye tarif ederken diğer filmlerinde de kavram olarak insanla, sadece somut varlığı için bile saygı duyulması gereken varlıkla mutlu ya da mutsuz bir son gözetmeksizin ilişkiye çağırıyor. En önemlisi de bu ilişkide asla fanatizm yaratmaması. Hiçbir var oluşun kutsamasını yapmıyor. İyilikleri ve kötülükleri yeniştirmiyor. İnsanı anlamaya çalışıyor, anlayamadığı yerde iktidar kurmuyor. Kadın-erkek, yaşlı-çocuk, güçlü-zayıf diyalektiklerine kurban vermiyor ilişkilerini. Her şeyi Hayat’ a dair olarak not ediyor.

Bizlerse son olarak tünelde yavaşça kaybolmaya başlayan görüntü perdeden çekilirken bir sürü olasılıkla Hayat’ ı kesintiye uğradığı yerden yaşamaya devam ediyoruz. Az önce perdede dünyanın seyrini hatta kendi Hayat’larının seyrini bile değiştirmek konusunda çok da fikri olmayan başkalarının Hayat’ını izledikten sonra “Bunlar neden hep senin başına geliyor da benim başına gelmiyor” sorusunu soran Rıza’ya karşılık bizim başımıza gelenleri düşünerek ayrılıyoruz salondan.

 

Not: Yazının Başlığı Zeki Demirkubuz’un sinema tanımıdır. Birebir kendi sözleri olarak alıntılanmıştır.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün