2023’te Lozan Antlaşması’nın 100. yılını kutladık. 2023, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılması öngörülen ‘Nüfus Mübadelesi’nin karara bağlanmasının da 100. yılıydı. Temmuzda imzalanan Lozan Antlaşması’ndan önce, ocak ayında imzalanan Lozan Sözleşmesi’ne göre, Batı Trakya’dakiler hariç, Yunanistan’da yaşayan Müslüman nüfusun Türkiye’ye, İstanbul’daki Rumlar hariç, Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks nüfusun ise Yunanistan’a ‘zorunlu olarak’ göç etmesi gerekiyordu. Yeni yıla girerken, eski yılı gözden geçirip, yeni yıl için kararlar alırız ya, ben de bu yazıyı 100. yılında tekrar masaya yatırılması gerektiğini düşündüğüm ama Türkiye’nin siyasi, toplumsal ve akademik gündeminde yine gölgede kalan ‘mübadele’ konusuna ayırmaya karar verdim. 100. yılında olmadı belki ama bundan sonra dilerim önemini, büyüklüğünü, hassasiyetini, iki taraf için de yol açtığı siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel etkileri anlayabileceğimiz bir iklim gelişsin. Diğer taraftan, birinci kuşak mübadillerin neredeyse tamamının hayatını kaybettiği, ikinci kuşak mübadillerin ise epey yaşlandığı göz önüne alındığında, yeni çalışmalar yapılması ihtimalinin ne kadar düşük olduğu ortada. Yine de belki, hâlihazırda elimizde olan verilere yeni bir gözle bakabilir, ‘mübadele’ üzerine yeniden konuşmanın imkânını yaratabiliriz. Bence bu, harika bir yeni yıl dileği.
Çünkü, insanları kırıyoruz. Kalplerini, hayatlarını, hayallerini, ‘devlet olma’ reflekslerimizle, bir çırpıda harcıyoruz; bugün ‘bizden’ olan, yarın, kolaylıkla düşmana dönüşebiliyor. Toplumların, devletlerinin tercihlerinden bağımsız bir yol izlemeleri pek mümkün olmadığı için de, gerçek insan hikâyeleri, resmi söylemlerin altında kalıyor, ezildikçe eziliyor, ta ki önemini bütünüyle kaybedip konuşmaya değer bir şey kalmayıncaya kadar. Türkiye’de henüz birinci kuşaklar hayattayken mübadeleyle ilgili devlet nezdinde ve akademide ciddi bir çalışma içine girilmemiş olması, bugün ise bu insan kaynağının tükeniyor olduğunu gözlemlemek, bu yaklaşımın belirgin bir örneği. Türkiye’nin resmi söyleminde mübadele konusunun önemli bir başlık olarak görülmemesinin elbette çeşitli sebepleri var. Lozan Antlaşması’nın başarısına gölge düşürmemek, Müslüman Türklerin ‘vatana’ dâhil edilip Ortodoks Rumların dışarıda bırakılmasının yeni Türk devletinin kuruluşu için demografik bir strateji olarak görülmesi, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda birbirine düşman olarak konumlanan iki dini/milli grubun birbirinden ayrılmasının o günün koşullarında samimi şekilde bir tarihsel zorunluluk olarak görülmesi, iki taraftan da göç etmek zorunda bırakılan insanların mülklerini, maddi imkânlarını, işlerini bırakarak zor koşullarda yaşamaya mahkûm edilmelerine rağmen antlaşma şartlarının kâğıt üzerinde olduğu gibi işlediği varsayılarak mağduriyetlerin göz ardı edilmesi, Osmanlı’nın genel olarak göç hareketlerine alışkın olması, bu sebepler arasında sayılabilir. Genel nüfusa oranı düşünüldüğünde, Türkiye’nin aldığı göç, devletin başa çıkamayacağı kadar büyük değildir. Türkiye’deki geleneksel tarih anlayışının, toplumu ve bireyi dışarıda bırakarak konulara devlet seviyesinden yaklaşması da mübadele konusunun yeterince incelenmemesine ilişkin önemli bir faktördür.
Yunanistan’da ise mübadele konusu baştan beri Türkiye’ye göre daha incelikle ele alınmış, akademik olarak da daha çok yankı bulmuştur. Bunun bir sebebi, Yunanistan’daki tarih yazımında, mübadelenin, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın bir parçası olan, ancak Yunanlıların “Küçük Asya Felaketi” olarak andıkları ve kaybettikleri bir savaş sonrasında gerçekleşmiş olması, dolayısıyla bu göç hareketini vatanlarından zorla koparılma olarak algılamış olmalarıdır. Yunanistan tarafında, ayrılmak zorunda kaldıkları topraklardaki hayatları kayıt altına almak, tarih yazımının önemli bir parçasını oluşturur. Ayrıca Yunanistan’da her beş kişiden birinin mübadil olduğu düşünüldüğünde, Yunanistan’ın aldığı göçün kendi nüfuslarına oranla büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Demografik yapıları üzerinde bu denli etkisi olan bir olayın Yunanistan’da daha dikkatle incelenmesi sürpriz sayılmayabilir. Ancak perdenin arkasındaki esas kahraman, müzik bilimci bir kadın olan Melpo Logotheti-Merlier’dir. 1920’lerde, mübadeleyle Anadolu’dan göç eden Yunanlıların kültürlerine ilgi duymaya başlayan Merlier, kişisel çabalarıyla, müzik, edebiyat gibi her tür kültürel mirası araştırmaya koyulur. Günümüzde de aktif olarak çalışan Atina’daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi (KAAM), 1930’da bu çabaların sonucu olarak kurulur. KAAM, maalesef Türkiye’de olmayan ama Türkiye’yi de çok ilgilendiren muazzam bir arşive sahiptir. Yunanistan’a göçen birinci kuşaklarla yapılmış olan sözlü tarih arşivleri, geldikleri köylerin kayıtları, fotoğraflar, müzik arşivi, elyazmaları, cemaate ait pek çok resmi doküman, KAAM’da araştırmacılara açık durumdadır.
Üç kıtaya yayılan bir imparatorluk yıkılırken, insanları “artık bizden sayılmazsın, burada yaşayamazsın” ya da “sen bizdensin, artık burada yaşayacaksın” diyerek göçe zorlamak, dilini bilmedikleri, kimseyi tanımadıkları yerlere, sahip olduklarını geride bırakmalarını isteyerek, adeta kollarını kanatlarını kırarak yollamak, yürekleri titreten bir insani dram. Göç, kuşkusuz hiçbir zaman kolay değil. Kırdıklarımız da sadece Rumlar değil.
Yazıyı, eski bir büyükelçi olan Kemal Girgin’in hatıra kitabında okuduğum bir anıyla bitireyim. Azınlıkların kendi aralarında Türkçe dışında dil konuşmalarından rahatsız olarak 1928’de Vatandaş Türkçe Konuş kampanyasına önayak olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin bu girişimi, azınlıkları tedirgin etmek dışında amacına ulaşamadan birkaç ay içinde sona erer. Girgin, 1970’lerin başında, Atina’da bir tatlıcıda ne alacağına karar vermek için Türkçe konuşurken, arkadaki müşteri tarafından uyarıldığını aktarır. Eski bir İstanbul Rum’u şöyle der: “Vatandaş, Rumca konuş”. Kırılan bir kalple, ne zaman, nerede karşılaşacağınız belli olmaz.
Kırmadığınız ve kırılmadığınız harika bir yıl dilerim!