Pek çoğumuz geceyi sever. Ancak gece üzerine düşünmez. İnsanlık tarihi yüzyıllar boyunca merceğini gündüz olan bitene tutarken geceleri uzunca bir süre es geçer. Karanlığın sessizlik, uyku ve gizli saklı olanla kurulu ilişkisi dikkatleri gecelerin üzerinden çeker. Oysa geri dönüp baktığımızda geceler, keşfedilmeyi bekleyen bir alan olarak orada öylece dururlar.
Bu konu üzerine hiç düşünmemiş olmamın şaşkınlığını yıllar önce sokak aydınlatmalarının tarihi üzerine yazılmış bir kitabı aldığımda yaşadım. Gece üzerine düşünmeye o zamanlar başladım. Uzunca bir ara verdiğim bu düşünce alanına geri dönüşüm ise Tel Aviv Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Avner Wishnitzer’in Osmanlı’da gece hayatını anlattığı enfes çalışması ‘Gece Çökerken’ adlı kitabıyla karşılaşmamla oldu. Kısa bir yazıya sığması imkânsız olsa da bu ayki yazımda beraberce bir Osmanlı gecesini hayal edelim istedim. Bu hayale geçmeden önce gelin geceye ait düşünce alanına giriş yapalım.
Dr. Wishnitzer, gecelere yakından bakmanın bize kazandırdığı en mühim şeyin görünmezliğin faydaları ve maliyetini fark etmek olduğunu söylüyor. Görünmezlikten faydalananların başında ise gündüz gerçekleştirilmesi mümkün olmayan şeyler geliyor. Karanlığın olanaklı kıldığı saklanabilirlik, suç işlemekten eğlenceye, haz yaşamaktan kaçışa imkân tanıyan, toplumsal baskıların kalktığı geçici alanlar oluşmasını sağlıyor. Bu alanlar, mevcut düzene meydan okumadan her türlü baskının ortadan kaldırılmasını olanaklı kılıyor. Gecenin güzelliği biraz da düzene karşı gelen şeylerin yönetim tarafından hedef alınmadan yaşanabilmesinden geliyor. Osmanlı yönetiminde alkol tüketimi ve fuhuşa karşı bir düzen kurulu olsa da karanlık tarafta yaşananlar vergiye tabii tutuluyor, alınan vergilerden doğrudan yararlanıyordu. Başka bir deyişle Osmanlı’da ‘karanlıkta olanlar karanlıkta kaldığı müddetçe, satıcılar, müdavimler ve devlet görevlileri, bunların hiçbiri yaşanmamış gibi davranabiliyordu’.
Karanlığın olanaklı kıldığı alanlar üzerinden düşündüğümüzde buraların daha çok erkeklere açık alanlar olduğunu söylememiz gerek. Ancak burada da bir ayrım söz konusu. Karanlığın örtüsü herkesi kaplasa da gecenin kapıları herkese açık değil. Dr. Wishnitzer, geceye karışacak kişinin kendini tehlikelerden koruyabilecek kadar güçlü olması ya da kendini koruyacak birilerini tutabilecek zenginlikte olması gerektiğinin altını çiziyor. Kadınlar için ise durum farklı. Bir kadının gece dışarıda olması hoş karşılanmıyor. Karanlık kadınlar için her zaman tehdit ve tehlike anlamındayken, geceye karışan kadınlar makbul olmaktan çıkıp yaftalanıyor.
Dr. Wishnitzer’in Osmanlı geceleri hakkında bilgi aktardığı kaynaklardan başında yabancılar tarafından yazılan seyahatnameler geliyor. Bunların çoğunda pencereden bakıldığında dışarıyı görmenin neredeyse imkânsız olduğu bir gece tasviri var. Osmanlı’da sokak aydınlatmalarının Avrupa’ya göre yüz yıl kadar sonra geldiğini düşündüğümüzde bu duruma şaşırmamak gerek. Diğer yandan Osmanlı gecelerindeki bu ışıksızlığın toplumsal ve iktisadi yaşamın geceye uzanmasını engelleyerek, gecelerin sadece karanlık değil aynı zamanda sessiz olmasına da neden olduğunu görüyoruz. 1840'ta İngilizce yayımlanan bir seyahat el kitabında İstanbul’da gece saat 10’dan sonra insan seslerinin tamamen kesildiğinden bahsediliyor. 1740’ların sonlarında İstanbul'u ziyaret eden İrlandalı aristokrat James Caulfield gecenin zifiri karanlığını “birkaç saat öncesine kadar oldukça kalabalık ve hareketli olan bu kentte hüküm süren ölüm sessizliğini bozan tek bir kandil bile yanmıyordu” diyerek tanımlıyor.
Dr. Wishnitzer, Avrupa ile Osmanlı kentleri arasındaki bu tezatın biraz abartılmış olabileceğini belirtiyor. Zira bazı seyahat yazılarından kentin şamatasının gece azalsa da tamamen yok olmadığını anlıyoruz. Örneğin İngiliz yazar John B. Harwood, Prens Adaları'nda dışarıda geçirdiği bir geceyi betimlerken rüzgârın uğultusundan, deniz kıyısında, ateş başında oturan balıkçıların sohbetinin mırıltısından, dalga seslerinden ve bir köpeğin ulumasından bahsediyor. Harwood’un duyduğunu ifade ettiği sesler arasında “bir grup neşeli denizcinin sandalından yükselen, gitar tıngırtısında söylenen keyifli bir şarkı” da var. Dr. Wishnitzer, mehtaplı geceleriyle meşhur İstanbul için bu seslerin olağandışı değil, aksine bahar ve yaz gecelerinin olağan ‘ses manzaralarının’ bir parçası olduğunu belirtiyor.
Ancak bu ses manzarasının uyku kaçıran gürültüye dönüştüğü de oluyor. 8 Eylül 1790 gecesi, bir grup Avrupalı denizci Boğaz’da çıktıkları gezintide padişahı uykusundan ederler. Biraz fazlaca gürültücü olan denizciler saraya çok yakın seyrederken Sultan III. Selim gürültüden uyanıp küplere biner. Ertesi gün, yüksek rütbeli yöneticilerinden birine bir ferman yollar. Ferman şöyledir: “Dün gece, sabaha karşı Frenk gemiciler sarayın önünden bir tekneyle türkü çağırarak birkaç kez gelip gitmiştir. Başkatibe tüm büyükelçileri ve Avrupalıları bu edepsiz hareketi tekrar etmemeleri için uyarmasını emredin. Bunu tekrar yapanı amansızca katlederim. Başkatip derhal sert bir uyarıda bulunsun.”
Osmanlı padişahları gürültüye alışkın olmadıkları gibi sessizliğin hükümdarlarıdır. Yüzyıllar boyunca Topkapı Sarayı’nın Enderun'daki sessizlik saray muhafızları tarafından katı bir şekilde korunur. Bu sessizlik Osmanlı sultanları için bir güç göstergesi olmakla beraber onları sıradan olandan ayırt etmeye yarayan bir perde olarak da işlev görür. 16. yüzyılın sonuna kadar, Osmanlı padişahını çevreleyen sessizliği korumak için düzinelerce dilsizin sarayda çalıştırıldığını düşünüldüğümüzde boğazdaki eğlenceli gecede padişahı uykusundan eden denizcilerin ufak çaplı bir ihtilal yaptığını söylemek yanlış olmasa gerek. Bir başka yazıda gece üzerine düşünmeye devam edelim.