Özgürlük sanısı / 3 Kasım 2021
Şimdiye kadar toplantılarda Spinoza’ya girmememin sebeplerinden biri ve en önemlisi felsefenin, filozofik bir anlama çabası yani anlayamamanın eksikliğini hissetme çabası olduğunu anlatmaya çalışmaktı. Ama bunun için eksikliğin eksikliğini hissetmek gerekiyordu.
Toplumun marjında kalmanın, toplumun marjinali olmanın, siyaseten ve toplumsal olarak aşağılandığı, kötülendiği, kötücül gösterildiği bir toplumda herkes orta çizgide buluşmaya çalışmaktadır. Tam da bu düşüncelerin ışığında ele almak istediğim temel konu kültürsüzlüğün özgürlüksüzlükle köleliği beslediği, kültürsüzlüğün köleliğin farkındalığının mevcudiyetini ortadan kaldırdığı.
Spinoza der ki, “Temel problem, insanların kendilerini özgür zannetmeleridir. İnsanlar belki birtakım şeylerin farkındadırlar ama bu farkında oldukları şeyleri yaratan durumların ne farkındadırlar ne de bilincindedirler. Ama olsun. Onlar yine de bu farkında oldukları şeylerle eyleme giriştiklerinde kendilerini özgür zannederler. Bu illüzyona çok rahat bir şekilde kendilerini kaptırırlar ve temel mesele oradadır.”
Bu toplantılarımızda temel amacım, geri kalmışlığımızın nedenlerini iktisadi yönünü asla görmezden gelmeden ama daha ziyade düşünsel olarak irdelemektir. Yani biraz daha somutlaştırırsak şöyle sorabiliriz: Spinoza’nın Descartes ile beraber bütün Batı dünyasını yeni baştan yapılandırmaya soyunduğunda niye bizim bu topraklarda Spinoza’yla - bir anlamda- ortak bir kaderi paylaşan insanlarda sadece bir Mesih hayali oluştu? Niye ancak bir Sabetay Sevi çıkabildi? Bugün burada değişik herhangi bir şey yoktur. Bugün aynı düşünsel geri kalmışlık bireysel olarak ve toplumsal düzeyde, olanca gücüyle hepimizi kuşatmış görünmektedir. Hepimizi kuşatmış bu durum, bizim özgürlük anlayışımızı da iğdiş etmektedir. Özgürlük, bugün toplumumuzda satılamayan bir meta olduğu için değerli değildir. Tam tersine aşağılanan bir metadır özgürlük. Tam da buradan başlamak istiyorum.
Yaratılış ve özgürlük
Yaratılıştan, bizim kabul ettiğimiz bu ortak noktadan başlayacağım; “Rab dedi ki, işte adam iyiyi kötüyü bildi ve artık iyiyi ve kötüyü bilen adam – adam derken kastı, hem Adem hem de insanoğlu, yani hepimiz- iyiyi kötüyü bilmekle bizden biri gibi oldu”.
Niye ‘biz’ diyor, orası ayrı, oraya girmeyeceğim. “Bizden biri gibi oldu” derken tinsel açıdan insanın kutsal yani üst düzey, neredeyse Tanrı’nın düzeyinde, olmuş olmasından bahsediyor. Ve niye, nasıl öyle “bizden biri gibi oldu?” Çünkü hayat ağacını anladı. Ve diyor ki Rab; “Ve şimdi elini uzatmasın, hayat ağacından almasın”. Ölümle doğumu bilmesin anlamında söylüyor. Doğum gibi ölümün de artık kaçınılmaz olduğunu anlamasın. “Hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın -yani Tanrı gibi olmasın- diye onu Aden Bahçesinden (cennetten) kovdum”.
Yaratılış yani ilk kovuluş ve ilk umutların yok oluşu. Bu önerme, dinsel dünyanın ilk temel önermelerinden bir tanesidir. Dinselin felsefesi, paradoksal görünmesine rağmen bütünüyle tam da buranın içindedir. Dinselin felsefesinde, Yahudi-Hristiyan düşünselliğinde ne vardır? Libre arbitre, free will yani özgür akıl vardır. Şimdi tam paradoksal bir şey çıktı. Rab “sizi buradan kovuyorum” diyor. Peki neden? “Sen, ey insan, sana yasaklanmış meyveyi yedin”. Bu ne demek? İnsan kötüye yönelir yani insan özgürdür demek. Apriori insan özgürdür. Niye? Çünkü kötüye yöneldi. “Kötüye yöneldi,” ne demek? Şu yoldan gidiyorsunuz yani öbür yoldan gitmiyorsunuz demek, iyi yolu terk ettiniz demek. “Kötüye yöneldi” ve “iyi yolu terk etti” ne demek? İnsan kötüyle iyi arasında ayrım yapabilendir demek. İnsan kötüyle iyi arasında ayrım yapabiliyor demek, “insan özgürdür” demektir.
Charles-Joseph Natoire - The Rebuke of Adam and Eve
İnsan gerçekten özgür olan mıdır? Rab niye bizi özgürlük ağırlığıyla baş başa bırakmak istiyor? Yahudi Hristiyan teolojisi ve arkadan da İslam teolojisi, niye bizim özgür olduğumuzu söylemek istiyor ısrarla? Gerçekten kendi iradesiyle mi seçti Adem ile Havva kötüyü? O zaman soruyorum, niye engel olmadı? Cevap hazır; çünkü özgür bıraktı. Peki niye özgürdür? Teolojik açıdan cevap veriyor, “Özgürdür çünkü Tanrı böyle istemiştir,” ama biz biliyoruz ki istek her zaman güce dönüşemez. İsteğin güce dönüşebilmesi için, isteği güce dönüştürebilecek gücün olması gerekir.
Öyle ya, bütün hayat kırıklıklarımız isteğimizin gücümüzden fazla olmasından; eylem isteğimizin, eylem iktidarımızdan ve gücünden büyük olmasından ortaya çıkıyor. Hayal kırıklığı da, o çok sevdiğimiz umut da aynı yerden çıkıyor. Ama Tanrı öyle değil, Tanrı’nın gücü ile isteği teolojik anlamda birbirine eşit. İnsanda istek gücü aşıyor ve insan farkında değil. Hepimizin bir sürü isteği var. Çok üzülüyoruz istediğimiz olmadığı zaman. Kutsal öyle değil, gücü istediğine eşit. Gücü istediğine eşit olduğu zaman, varlığı kendi istediği şekilde biçimlendirebilecektir. Gücü var, Nietzsche’nin deyişiyle böyle bir istenci var.
İnsanın Tanrı’nın suretinde olmasının, ilk başta kulağa çok şık gelse de aslında kendi içinde bir sürü zaafı vardır. Niye? Çünkü kutsal olan, kendi yarattığını da kutsal yapacaktır, bu birinci önerme. Yoksa niye yaratmaya soyunsun? İkinci önerme; kutsal olan özgür iradelidir. Öyleyse kutsal olanın yarattığı da özgür iradeli olacaktır. Özgür iradeye (libre arbitre) apriori doğuşu itibariyle sahip olacaktır. Çünkü yaratan öyledir. Yaratan ve yaratılan özgür iradelidir ama ikisinin arasında bir fark vardır. Bir tanesinde güç ve istek eşit, diğerinde istek gücü aşıyor. Büyük paradoks başlıyor. Ama bir yandan da nasıl açıklayacağız Adem ile Havva’nın kötü yolu tercih etmesini? Ancak özgür iradesi olan tercih eder. Ki dinselin temel hareket noktası bu. Çünkü eğer özgürlük yoksa, seçim yoksa, ahlak da yok. Yani ahlaksız mı yaratılmış olacağız? Apriori kötü mü yaratılmış olacağız. Kendisi özgür olan, nasıl ahlaksız ve özgürlüksüz insanı yaratmıştır ki o zaman. Çünkü günah, bilinci olan için günahtır. Bilinçsiz miyiz, bilinçli miyiz? Bilinçsizsek günah da değildir. “Günah işledin,” dediğine göre bilinçliyiz. Ancak bilinçli olduğunda biliyoruz ki ahlaki sorumluluk vardır. Ve insan, ahlaki sorumluluğu olandır, ahlaki kodu olandır insan. Bilinç ve seçim ancak apriori yani önsel ve yaratılış olarak özgür olana aittir.
Bilinç ve seçim varsa Adem ile Havva’nın özgür aklı olduğunu varsayacağız. İşte burada felsefeyle çakışma noktasına geleceğiz. Teolojinin felsefesi insanın özgür olduğunu öne sürüyor. Çünkü özgür olması gerekiyor ama nasıl bir özgürlük. Adem ile Havva yani biz, yaratılış itibariyle günahkarız hepimiz: “Öyleyse, diye vaaz verecek kutsal adına din adamı, günahlı yolu seçen sensin.”
Demek benim özgür aklım var öyle mi?
Spinoza’ya serzeniş: Özgür müyüz , değil miyiz?
17. yüzyıl biterken Amstel nehrinin o küçük dubalarının üstünde bir rivayet dolaşacaktır. Hatta denir ki sonunda albatroslar, bu rivayeti minik evde oturup düşünen adamın kendisine kadar götürecektir.
Rivayet şu; soracaklardır öğrencileri ve müritleri, minik evde oturan minik adama, “Üstat ne yaptın? Okuyoruz yazdıklarını, dinliyoruz söylediklerini, kozmosa ve insan varlığına ilişkin yazdıkların ve söylediklerin bize hayatın yollarını kapatıyor. Elimizden bütün özgürlüğümüzü aldın. Eylem bize ait değil mi? İnsan, kaderine egemen olan değil midir Üstat?”
Diyeceklerdir ki devamında, “Üstat, sen bize dedin ki, teolojinin demir ve pas kokan soğuğundan sizi kurtaracağım, sizi oradaki büyük despotizmden kurtaracağım, senin bize gösterdiğin yolda devam edersek, sen bize şunu demek istiyorsun: biz günahı günahsızdan ayıramayız, biz iyiyi kötüden ayıramayız.”
Albatrosun taşıdığı kağıdı okumaya devam edeceğiz. Ciddi bir problem başladı. Modern zamanların ufkunda sanki özgürleştirici olan teoloji, radikal rasyonalizm de insanı kuşatıp, soluksuz ve özgürlüksüz bırakan. Öğrencileri devam ediyor: “Üstat, günahı günah olmayandan ayırt edemezsiniz, iyiyle kötüyü ayıramazsınız diyorsun bize. Tarihi kim yapacak peki? Üstat, tarih bizim dışımızda mı oluşup gelişti şimdiye kadar ve bundan sonra yine bizim dışımızda mı oluşacak? Çünkü eğer yine bizim dışımızda olacaksa, biz kaderin kölesiyiz demektir.” -Bütün sol, heretik ve anarşist oluşumlar bu tarihten itibaren bunun için, küçük evde oturan, küçük adama yani Spinoza’ya bağlı olacaktır. İleri sürülür ki Marx, felsefesinin büyükçe bir kısmını Spinoza’dan almıştır.-
“Üstat, sen bize özgürlük ahlak demektir diye öğrettin.” -Şimdi ben size söylüyorum oradan öğrendiklerimle; özgürlüğün hiçbir değerinin olmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Ahlaksız mıyız, değil miyiz, siz seçin? Nitelemeyi size bırakıyorum.- Devam ediyor albatrosun getirdiği kağıtta, “Üstat, o sizi kurtarıyorum dediğin Adem ile Havva’nın hikayesinde, Adem ile Havva bile bizden daha özgür. Üstat, bu kadar mı ahlaksız görüyorsun bizi. Bizi yola çıkarıp, teolojinin demir ve pas kokan soğuğundan sizi kurtaracağım dedin ama kaderin eline tutsak ettin. Umudu eleştirdin, umuttan başka hiçbir şeyin olmadığı büyük bir gayya kuyusunun içine attın Üstat. Bizi bunun için yola çıkardın. Sen bize bunun için rasyonalizmi öğrettin.”
Henüz bu fikirlerle tanışmamış olanlar rahattı? Çünkü özgürlüğün kendisi değil sanısı vardı. Özgürlüğün kendisi değil illüzyonu vardı, özgürlüğün kendisi değil, hayali vardı.
Ama olsun, Üstat ne diyordu? İnsanlar özgür olduklarını zannederler ama bizim üzerimizde etkili olan büyük bir dış etken vardır. İnsanlar dış etkenlerin bilincinde değillerdir. Bilmezler bile. İnsanlar sadece kendi iştahlarını bilirler. İnsanlar kendi istekleri içinde boğulanlardır. İnsan, gücüyle isteği arasında hiçbir ilişki kuramaz.
Jean-Michel Bihorel / Sedimental Memories N 08 / 2023
İç içe geçmiş kader ve özgürlük
Bizim yolumuz nerede örülüyor? Kaderin bilinmez ağlarında mı örülüyor? Yoksa özgür bilincin eyleminde mi oluşturuluyor tarih? Bu ciddi bir sorun.
Tarihi kim yapıyor? Kaderi kim yapıyor?
Kader kadar, özgürlük kadar kadim bir soru yok insanda. Felsefede de hepimizin aklının gizemli bir köşesindedir. Şaşkınlık içinde kalıyoruz, beklemediğimiz bir olaydı bu diyoruz. Niye bekliyoruz ki, neyi bekliyoruz? Geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz hangi dolambaçlı yollarda dokunuyor ve en önemlisi kim karar veriyor?
Birazcık Stoacılık okursanız, birazcık Spinoza okursanız, çok az bir şey Voltaire okursanız diyeceksiniz ki; ben kendimi biraz abartmışım galiba. Hangi konuda biz karar veriyoruz? Schopenhauer diyor ki; hangi olaya hakimsin ki karar verebilesin? Kime sorsam, günahın veya günahsızlığın sorumluluğu bana aittir diyebilir? Neyi biz seçiyoruz? Akıllı olmayı biz seçiyor muyuz? Güçlü olmayı seçiyor muyuz? Güzel olmayı seçiyor muyuz? Yeteneklerimizi biz mi seçiyoruz?
Hastalıklarımızı biz mi seçiyoruz? Doğduğumuz günü biz mi seçiyoruz? Ölümü kim seçiyor? Kim? Sevgimiz, hangi dış etkenlerden kaynaklanıyor? Hangi nedenlerdir, bizi bir duruma getiren. Bir bilgimiz var mı? Hayır!
Biz bütün bunları kendi bilincimizde ve kendi seçimimizle oluştuğunu düşünüyoruz. Özgür eylem! Özgür eylemi nasıl anlayacağız?
Eğer özgür eylemimiz yok ise, yani eğer Adem ile Havva, kendi özgür eylemleri sonucunda gidip o elmadan yemedilerse, yani özgür değillerse, köledirler o zaman. Yani biz kimin kölesiyiz? Bugün yaşamamız gerekenler olarak çetelesini çıkardığımız istekler bize mi ait? Özgür mü ya da özgün mü? Bize mi ait? Peki kime ait? Bankada hesap açtırma kararı bize mi ait? Bütün devlerle boy ölçüşme kararı bize mi ait? Büyüklük tutkusunun ardında yatan nedir? Zannediyoruz ki, güzel olunabiliyorsa, güzel olma kararı bize ait, öyle mi? Niye on senedir bunu düşünüyoruz? Kimin aklına geldi de böyle bir şey düşünmeye başladık hep beraber? Bireysel ve toplumsal olarak nedir bize ait olan?
***
Nietzsche’nin Güç İstenci yapıtından çok sevdiğim iki cümle okuyorum: -tarih henüz 1900 bile değil, 1880 -1890, ölümünden biraz evvel- “Gelmekte olandır iki yüzyıldır anlattığım, - yani 20. yüzyılın başından bugüne kadar- gelecek olanı betimliyorum, gelecek olanı anlatıyorum; başka türlü gelemeyecek olanı. -Başka türlü gelemeyecek olanı nereden ve nasıl biliyor? O kadar emin ki kendinden. Başka türlü gelemeyecek olanı anlatacağım diyor.- “Nihilizmin yükselişidir anlatacağım. Boşluğun ve yokluğun yükselişidir.” Nereden biliyor nihilizmin geleceğini? Nereden biliyor nihilizmden başka bir şey gelemeyeceğini? Devam ediyor, ipucu veriyor nereden bildiğine dair; “Çünkü, şimdiki zamanda gerekliliğin bizzat kendisi iş başındadır.” Şimdiki zaman; bugün. Gereklilik zinciri! - Bakın nasıl devam ediyor; “Bu gelecek, gelecek olan gelecek, gelmemesi mümkün olmayan bir gelecek. Gerekliliğin kendisi bizzat iş başında olduğu için, gelecek olan gelecek. Daha şimdiden yüzlerce işarette kendini ele verdi. Bu kader, kendini artık her yerde haber vermekte.”
Gereklilikle kaderi yan yana koydum. Sonra da özgürlüğü koydum. Gereklilik, kader, özgürlük. Nietzsche bunu yazdıktan yaklaşık 30-40 sene sonra yaşayan birisi, Gömülü Şamdan’ın büyük yazarı Zweig Dünün Dünyası’nda şöyle yazıyor: “Siz, kristal kadehli Viyana salonlarında, ebedi barışın ve zenginliğin nihayet geldiğini düşünürken, hiç mi anlayamamıştınız gelebilecek olanı?” -Henüz Birinci Dünya Savaşı başlamamış, henüz faşizmin ayak sesleri gümbür gümbür Viyana’yı ezmiyordu- “Hiç mi anlamadınız, neyi kutluyordunuz böyle siz?” Annesine, babasına ve bütün Viyana burjuvazisine söylüyor. Ne demek istiyor Zweig? Zweig’ın demek istediği çok açık; Viyana burjuvazisi, gereklilikler zincirini kavrayamadı.
Viyana burjuvazisi, ancak kaderin içinde var olacak özgürlüğü kavrayamadı, özgürlükle kaderi eşit zannetti, özgürlükle kaderin birbirini dışladıklarını düşündü. Modern zaman insanı, bu güce sahip olduğunu düşündü. Modern zaman insanı, istediğinin gücünü aştığını kavrayamadı. Modern zaman insanı, istediğinin kendi başına yeterli olabileceğini düşündü çünkü ona öyle düşündürtüldü.
Gereklilikler zinciri Zweig ve Nietzsche’de ortaktır. Gereklilikler zincirine kader der misiniz bilmem. Peki özgürlük nerede? Özgürlük, gereklilikler zinciri içinde olmasın?
Nietzsche’nin bütün öngörüleri doğru çıkacaktır. Kıyamet kopacaktır 20. yüzyılda ve 21. yüzyıla bırakacaktır kıyamet küllerini. Neyi kavramıştı ki Nietzsche “nihilizmin yükselişidir bu” kehanetinde bulunmak için? Çünkü şimdiki zamanda gereklilik zinciri bizzat iş başındadır. Zweig, annesini, babasını ve Viyana burjuvasını bunun için suçlayacaktı: “Niye (gereklilik) zincirini anlamadınız. Niye boş hayaller ve umutlar beslediniz?”
Beni çok eleştiren var umuda yer bırakmadığım için ama istek gücü aştığı zaman düş kırıklığı getirir. Hangi dış gücün bilincindeyiz? Hangi dış koşulu kendi istediğimize göre biçimlendirebiliyoruz? Önce onu cevaplamamız lazım. Gereklilikler zincirinden devam edeceğiz.
Kaderi küçümsemeden, kaderi yok saymadan, kaderin belirleyici olduğunu da düşünmeden. Kaderin içindeki özgürlük alanımızı tanımlamaya çalışarak. Çünkü hayat ve insan komplekstir. İyi ve kötü yan yanayken insanın içinde, kaderle özgürlüğün iç içe olmasına şaşırmamalıyız.