Bilim, üniversite, eğitim, kulaklarımızda hep güzel tınlar. İnsan türünün kendisini ve evreni anlaması için bir araç olan bilimi yüceltme eğilimimiz vardır. “Bilim” dediğimizde genellikle pozitif bilimleri anlarız; aklımıza öznel tutumlardan kendini koruyabilmeyi başarmış, içine sadece ispatlanmış bilgileri dahil eden, dışsal etkilere bağışık kalarak kendi kapalı devre sisteminde hakikat arayışını ısrarla sürdüren, gözlerini hedeflerinden ayırmadan çok çalışan -ve galiba hepsi de gözlüklü- bilim insanlarının oluşturduğu seçkin bir düzlem gelir. Böyle düşünmemizin sebebi, büyük ölçüde tarihsel gelişmeler. Fakat sizi tarihi bilgiye boğmayacağım. Sadece birkaç örnekle -en azından bazı- öğretim üyeleri için son derece can sıkıcı birkaç konuya değineceğim.
Üniversite bir ‘kurum’. Siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel atmosferden etkilenen, anlamını bu atmosferde bulan, etrafındaki atmosferden bağımsız düşünülemeyecek bir kurum, tıpkı diğer kurumlar gibi. Bu açıdan baktığımızda, dışındaki gelişmelere diğer kurumlara oranla bağışık da diyemeyiz. Tersine, hiç bağışık olmadığı gibi, üniversiteler, tarihsel süreçte olup bitenin tam göbeğinde, kimi zaman sebep, kimi zaman sonuç, kimi zaman eşzamanlı bir yardımcı olarak bulunur. Yani, “Her şey tamam da, üniversitelere dokunmayın bari!” gibi bir itirazınız varsa, üniversitelerin ve bilimin fonksiyonunu tarihsel düzlem içinde tekrar gözden geçirmeniz gerekiyor demektir.
Emre Dölen, ‘Türkiye Üniversite Tarihi’ başlıklı beş ciltlik benzersiz -ve maalesef artık satışı olmayan- çalışmasının önsözünde, bilim ve üniversite tarihinin nasıl siyasi atmosfere bağlı olarak şekillenebildiğini, dahası bilim ve üniversite tarihi üzerine üretilen, nesnelliklerinden şüphe edilemeyecek ölçüde tabulaşmış söylemlerin nasıl da gerçeklikten uzak bir ezberin eseri olabileceğini oldukça net bir biçimde ifade eder. Dölen, söz konusu üniversiteler olduğunda, ‘yenileştirme’ ya da ‘düzenleme’ gibi söylemler gündeme geldiğinde, bunun büyük ölçüde ‘tasfiye’ anlamına geldiğini söyler. Tasfiyelerin arkasındaki meşruiyet, kurumların ve öğretim üyelerinin yetersizliğine dayandırılır; kurumların dışında çok nitelikli insanlar vardır ve içerdekilerin yerine onların istihdam edilmesiyle, üniversiteler ayağa kalkacaktır. Oysa tasfiyelerin arkasında, bilimsel yetersizlikten ziyade, genellikle, siyasal sebepler ya da kişisel geçimsizlikler vardır. Dölen’e göre, 1933 Üniversite Reformu ve Alman hocaların gelişi de, bu tek sesli tabulaşmış ‘gelişme’ söylemi sebebiyle yeterince irdelenmemiş ve eleştirilmemiş konulardan biridir. Örneğin, Darülfünun’da dekanlık ve bugünkü adlandırmayla rektörlük görevlerinde bulunmuş, çok yönlü bir kişiliğe sahip İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun, onlarca başka hocayla birlikte, tasfiyesi, İsviçreli pedagoji profesörü Albert Malche’ye emanet edilmiş Atatürk liderliğindeki Üniversite Reformu’na gölge düşmemesi adına çok da tartışılmayan noktalardan biridir.
Başka bir perspektiften, örneğin piyasayla ilişkiler açısından bakmak istersek, Harvard Üniversitesi’nde dekanlık ve rektörlük görevlerinde bulunmuş Derek Bok’un sözleri yine tanıdık gelecektir. Derek Bok, sanılanın aksine, Harvard’ın her zaman kaynak yetersizliğiyle boğuştuğunu, üniversitenin çeşitli ürünlerini kar amaçlı satması konusunun yıllar içinde giderek daha agresif biçimde masaya yatırıldığını söyler. Bilgi, patent, proje, eğitim programı, hisse, herhangi bir ürün… Üniversite ve özel sektör, üniversite ve sanayi arasında iş birliği biçiminde adlandırılan bu girişimler, Türkiye’de de ne zamandır yürürlükte. Doğan Özlem’in ifadesiyle, “Günümüzde üniversite, askeriye-sanayi-ticaret iş birliği üçgeninin pekiştirilmesine hizmet eden yardımcı bir sektör, bir hizmet sektörü haline getirildi. Sosyal bilimler büyük ölçüde pazar ekonomisine eklemlenmiş bir sektör haline gelmiş olan güdümlü üniversitenin içinde, aynı güdümlenmişliği paylaşan bir konuma itilmiş durumdalar.” Özlem bunu ne zaman söylemiş biliyor musunuz? 1998’de. Ne kadar takip ediyorsunuz, ilgi alanınıza dâhil mi bilmiyorum, ama “doçentlik sınavı kalktı, herkes doçent, profesör oldu” söylemini belki duymuşsunuzdur. Apayrı bir konu, buraya sığmaz, ancak şunu söylememe izin verin. İÜ’de yıllardır doçent ya da profesör kadrosu almak için üniversite dışından alınacak bütçeyle ‘proje’ yapmak şartı var. Üniversite dışı bir para kaynağı bulup onların finansmanıyla bir proje üretmedikçe, isterseniz düşüncelerinizle çığır açın, bu kadrolara başvurma hakkınız bile olmuyor.
Tarihi çabucak unuttuğumuz ya da daha kötüsü hiç bilmediğimiz için, bilimde nitelik kaybının yeni bir şey olduğunu zannediyoruz. Nerede o eski profesörler, değil mi? Darbelerden darbelere sürüklenen, ideolojik bağlantısına göre üniversiteye kabul edilen, profesör yapılan ya da tasfiye edilenlerle dolu bir üniversite tarihimiz var. Hiç yayını olmadan profesör olanlar, lisans mezuniyetinin arkasından beş sene geçmeden doçent olanlar, daha neler neler... Ve bunlar çok saygı duyulan, tıpkı Dölen’in söylediği gibi, bırakın itiraz etmeyi, üzerlerine konuşmanın bile tabu olduğu ‘büyük’ isimler.
Çok mu karamsar bir yazı oldu? Üzülmeyin. Sorun sadece bizde değil. Max Weber taa 1918’de neler diyor bakın: “Son zamanlarda açıklıkla görüyoruz ki Alman üniversiteleri fen bilimlerinde Amerikan sistemi doğrultusunda gelişmektedir. Büyük tıp ve doğa bilimleri enstitüleri ‘devlet kapitalizmi’ işletmeleri haline gelmiştir. Çok geniş fonlar olmadan yönetilemezler. Burada kapitalist işletmenin bulunduğu her yerde rastladığımız bir koşul söz konusudur: ‘İşçinin üretim araçlarından kopması.’ İşçi, yani asistan, devletin tahsis ettiği gereçlere bağımlıdır, dolayısıyla bir fabrika işçisi fabrika yönetimine ne denli bağımlıysa, asistan da enstitü başkanına o denli bağımlıdır. Çünkü enstitü direktörü iyi niyetle ve öznel olarak inanmaktadır ki bu enstitü ‘onundur’ ve işleri kendi yürütmelidir.” (…) “Yeryüzünde başka hiçbir meslek bilmiyorum ki şans bu kadar büyük bir rol oynasın. Bunu belki de başkalarından daha rahat söylemek durumundayım. Ben de salt rastlantı nedeniyle mesleğimin ilk yıllarında tam profesörlüğe atanmıştım, hem de kuşağımdan kişiler kuşkusuz daha başarılı oldukları halde. Nitekim bu deneyimime dayanarak diyebilirim ki şansın ters yöne savurduğu ve bütün yeteneklerine karşın bu ayıklanma sürecinin hakları olan görevlerden yoksun ettiği birçok kişinin hak edilmemiş yazgılarına karşı bir duyarlılığım vardır. Yetenekten çok rastlantının rol oynaması, yalnızca, her alanda olduğu gibi akademik seçme sürecinde de payı olan ‘beşeri zaaflara’ bağlanamaz. Bir sürü ortalama kişinin üniversitelerde önemli rol oynamasını, öğretim üyelerinin ve eğitim bakanlarının kişisel yetersizliklerine bağlamak haksızlık olur. Ortalama insanların üniversitede kol gezmesi aslında, insanlar arasındaki iş birliği kanunlarından, özellikle birkaç kurumun iş birliğinden kaynaklanmaktadır; burada da önerileri yapan fakültelerin ve eğitim bakanlığının iş birliği söz konusudur.” (…)“Bugün işler o hale gelmiştir ki Alman üniversiteleri, özellikle küçük üniversiteler, öğrenci kayıtlarını arttırmak için son derece gülünç bir rekabete girişmişlerdir. Üniversite kentlerindeki kira evlerinin sahipleri birinci öğrencinin gelişini bir festivalle kutluyorlar. İki bininci öğrencinin gelişini de bir fener alayıyla kutlamaya hazırlanıyorlar. Açıkça itiraf edilmeli ki, üniversite harçları da hocaların ve derslerin ‘kalabalık çekmesi’ne göre belirleniyor. Ayrıca, kaydolan öğrencilerin sayısı bir yeterlilik ölçüsü sayılıyor; oysa bilim adamlığının ölçüsü doğal olarak hem tartışılır bir şeydir, hem de sayılara pek vurulamaz.”