Bakışlarım seninkilerle buluştuğunda hem bakışını hem de gözlerini görüyorum, büyülenmiş bir aşk-ve gözlerin sadece görmekle kalmıyor, aynı zamanda görünüyor. Ve onlar (dünyanın başlangıcında) görmek kadar görünür de (dünyadaki şeyler veya nesneler) oldukları için, sana yaklaşarak parmağımla, dudaklarımla, hatta gözlerimle, kirpiklerimle, göz kapaklarımla onlara tam olarak dokunabilirim-eğer sana bu şekilde yaklaşmaya cesaret edebilseydim, eğer bir gün cesaret edebilseydim. Jacques Derrida, Dokunmak Üzerine
Aşk! Antik Çağ’dan başlayarak Eros’un çocuksu şehvetiyle buluşan, Siren kayalıklarındaki denizkızları uğruna gemileri çetin kayalıklarda batıran, Afrodit’in bahar kokusunu duyumsatan, Dionysos ve Kybele’nin tapınaklarında dile gelen eşsiz duygulanım…
Ortaçağ’da tutkunun erdemle alt edilmesini anlatan öykülerde, elde edemeyecekleri kadınlara aşık olup onlar için savaşa giren ve hayatını feda eden şövalye aşk! Felsefede aşkın tanımını ilk yapan Empedokles’e göre evrenin varlık sebebi olan aşk! İlk çağ düşünürü Platon’un sevenin kusur ve eksikliğini sevilenin kusursuzluğunda tamamlayan aşk! Sokrates’in ölümlü bir doğanın doğurma yoluyla gerçekleştirdiği ölümsüz olma arayışı aşk! Schopenhauer’un bütün dürtülerin en güçlüsü olarak tanımladığı tutkulu bir yanılsama olan aşk!
Günümüzde ise mitlerden, felsefeye, dinlerden, sanata ve siyasete insanlık tarihinin tüm katmanlarında varlığı eşsiz kılınmış olan aşkın Modernizm’den Postmodernizm’e doğru uzanan süreçte, birçok kavramda olduğu gibi birtakım köklü değişimler geçirmiş olduğu vurgulanır. Peki insanın tarihinin ilk yıllarından beri sürekli değişime uğrayan ve benzersiz biçimlerde insanda vücut bulan duygu, neden özellikle bu süreçte büyük bir değişime uğramış gibi gözükmektedir?
Postmodern aşklar olarak da adlandırılan aşkı, algılama ve yaşama biçimleridir ana sebebi. Postmodern aşklar hızlıca başlamakta ve hızlıca sona ermekte denilmektedir. Ne duygular ne de cinsel dürtüler aşkın neden olduğu büyük ve yaratıcı libido patlamalarına dönüşmemektedir. Böylelikle sanatlar başta olmak üzere insanın tüm yaratma arzusu ve cesareti de zarar görmektedir bu teoriye göre. Gerçek dünyada aşkla tatmin edemediği dürtüleri, sanatçıyı hayal dünyasından ve yaratma güdüsünden ayırmaktadır. Fazlasıyla kendine dönük, ihtiyaçlarını tüketim koşullarının belirlediği yeni çağın insanı gibi sanatçı da hayallerini cisimleştirdiği değil simüle edebildiği sürece varlık kazanan bir Narsiste dönüşmüştür. Bu bağlamda elindeki en güçlü mediumlar ise görüntü teknolojilerinin sunduğu imkanlarla sınırlıdır. Ya da başka bir yönden ele almayı denersek belki de artık ‘sınır tanımazdır’.
Bu süreç, Roland Barthes’ın belirttiği gibi, fotoğrafta başlar. Fotoğraf her şeye karşın hayatta kalan bir tanıklıktır. Ancak bu hayatta kalma, bizden hayata dönüşün imkansızlığını değil, ölmenin imkansızlığını düşünmemizi ister. Bu tür bir hayatta kalmada, ‘gözlemlenen özne’nin yokluğunu ve onun fotoğrafta ‘orada olması’ olgusunu, yaşam ile ölümü, benlik ile öteki arasındaki ilişkiyi eşzamanlı olarak deneyimleriz. Geçmişi, şimdi ve gelecek arasında ilişkili olarak yeniden düşünülmek üzere askıya alabiliriz. Bu yepyeni ve eşsiz bir aşk deneyimidir.
Hem aşk nedir zaten?
Bizi delip geçen ve ölümlülüğümüze dair bir fikir veren değil midir? Ölümle, yasla ve bunları içeren fotoğrafla direk bir ilişkisi vardır bu bağlamda. Fotoğraf uzamında, ‘gözlemlenen özne’ ile ‘gözlemleyen özne’ arasındaki ilişki hem fotoğrafın hem de aşkın yeniden kavramsallaştırılmasını gerektirir ve Barthes’a göre artık fotoğraftan bahsetmek her zaman aşktan bahsetmektir. Aşığın sevgilisine yaklaşmak ve dokunmak istemesi gibi, Barthes da fotoğrafa yaklaşmayı ve dokunmayı arzular. Fotoğrafın özüne dokunmak, onu diğer temsil biçimlerinden ayıran şeylere dokunmak, kendisinin bir öteki olarak ortaya çıkışını ilan eden özne gibi dönüşümüne dokunmak… İmge bir özne haline ve özne de bir imge haline gelir. Belli bir mahremiyet ya da yakınlık kazanarak, aşk dolu bir ilişki ortaya koyarak birbirlerine bağlanırlar. Özne ile elinde tuttuğu fotoğraf arasındaki karşılaşma, görüntüyü öznelleştiren ve aynı anda öznenin kendi fotografik varlığını aydınlatan kıvılcımı üretir. Bilimden ziyade zevke daha yakın bir ilişki kuran fotoğrafa bakma eylemi, özne ile görüntü arasında ayrım yapmaz, daha ziyade iki deneyimi bir araya getirir: Gözlemlenen öznenin deneyimi ve gözlemleyen öznenin deneyimi… Bir fotoğrafı çekmek, ötekinin ölümlülüğünü kucaklamak, bir tür delilik yaşamak ve sevgiliyle ve sevgilinin içinde kendini bulup kaybetmektir.
Jacques Derrida da Barthes’ı takiben bu yeni oluşu Narcissus’un ikilemi şeklinde tanımlar. Narcissus başka biri olarak kabul ettiği bir imgeye aşıktır. Bizim de fotoğraflarda gördüğümüz, yansımamızın oluşturduğu gölgeden başka bir şey değildir. Narcissus’un hem kendisi hem de bir yansıma olarak tanıyamadığı yansımasına mutlak saplantısı, hareketsizliğini garanti eder. Narcissus sadece kendini, kendi imgesini bir başkasıyla karıştırmakla kalmaz, bir temsili de bedenle karıştırır. Bu anda Narcissus, imgeye hayat verir, hayatını kendi imgesine aktarır. Narcissus böylece hayatını görüntüye verir.
Narcissus, bir başkasının imgesinde ifade edilen arzu figürüdür.
Sadece ötekine duyulan bir arzu değil, ötekinin arzusu da kendisininmiş gibi olandır. Narcisus mitindeki arzu diyalektiği, zaman ve mekanın, yaşam ve ölümün, ayrılığın ve devamlılığın değil, daha ziyade öznelliğin yeniden kavranmasıdır. Narcissus beni yansımadaki keşfe, mutlak ötekiliğe, mutlak dışsallığa ve mutlak arzuya götürür. Narsisizm olmadan, kişinin kendi imgesinde ilk benlik kaybı olmadan ve bu kayıp benliğin farklılığın tanınması olarak yeniden sahiplenilmeden ötekinin gerçek bir farkındalığı olamaz. Ötekinin kendim olarak yeniden sahiplenilmesi değil, zaten içimdeki indirgenemez bir ötekiliğin tanınmasıdır bu. Derrida,
“Narsisistik bir yeniden sahiplenme hareketi olmadan, ötekiyle olan ilişkinin kesinlikle yok edileceğine inanıyorum” der. Ve “sevginin mümkün olması için kişinin kendi suretinde bir yeniden sahiplenme hareketinin izini sürmesi gerekir. Aşk Narsisttir” diye ekler. Derrida burada, Narsisizm olmadan sevginin mümkün olmadığını söyler. Başka bir yerde de, “Narsisizm sevginin temel koşuludur” diye yineler.
Sonuç olarak Postmodern dönemde insanın aşkı Narsisist bir iştahla deneyimlemesi konusunda sürekli yinelenen eleştiriler için farklı bir perspektif öneren görüntü evreni, insanlık tarihi kadar eski bir öyküye yeni bir mecra niteliği kazandırmaktadır. Bu mecrada romantik aşktan, platonik aşka, takıntılı aşktan, sonsuz aşka ya da özgeci aşka kadar tüm haller benlik ve öteki kavramları üzerinden yeniden deneyimlenebilir gözükmektedir. Narcissus’un aşkına yazgılı görüntü çağı insanları olarak kazanacağımız deneyimler belki her zamankinden eşsizdir. Arjantin edebiyatının güçlü ismi Adolfo Bioy Casares’in gerçeküstüyle gerçeklik arasında gidip gelen bir hikâyeyi kaleme aldığı “Morel’in Buluşu” kitabında söylediği gibi “belki de sevdiğimiz kişinin her zaman hayali bir varoluşa sahip olmasını istemişizdir.”