“Bir İngiliz burjuva ailesi, İngiliz koltuklarla birlikte oturma odası. Bir İngiliz akşamı. Yıkımın ortasında, Bay ve Bayan Smith, ellerinde kalan son İngilizlik kırıntılarıyla Bay ve Bayan Martin´i evlerinde ağırlayacaklar. Peki, evde en ufak bir başlangıç başlangıcı bile yokken İtfaiye Şefi´nin Hizmetçi Mary´nin taburesi üzerinde ne işi var? Onlar Londra dolaylarındaysa bizi delirten, kim? Bu kadar yabancılaştıran, ne? Diva aslında bizim gerçeğimiz saat kaçta gelecek? Bu karışıklığı sürdürmek kiminle geliyor?”
II. Dünya Savaşı’nda yıkılıp yakılan kentlerin, toplu kıyımların, milyonlarca ölümün ardından umutlarını yitiren insanlığın içine düştüğü anlamsızlığı, değişen değer yargılarını, yaşamın saçmalığını aktaran absürt tiyatro akımı 1950’lerde, öncelikle Fransa’da yaygınlık kazanır. Absürdü sözlük karşılığı anlamsız ya da saçma olarak değil, absürt yaşamın, tekinsiz bir atmosferde, parçalanmış bir dil, saçma bir varoluş biçemiyle çarpıtılmış, yine de gerçekçi bir yansıması olarak algılamak gerekir. İnancın yitirildiği, belirsizliğin hâkim olduğu bir dünyada kendine ve topluma yabancılaşan, yalnızlaşan ve yozlaşan insanın dramını geleneksel tiyatro kalıplarının dışında yansıtan, ‘Uyumsuz tiyatro’ olarak da adlandırılan absürt tiyatro, doğal olarak sisteme başkaldırıyı da içerir.
Oyun Atölyesi sezona, tiyatroda absürdün öncüsü Eugène Ionesco’nun, yazılışından 70 küsur yıl sonra tazeliğini ve çarpıcılığını koruyan ünlü oyunu ‘La Cantatrice Chauve’la girdi. Yıldız kadrosundan, Muharrem Özcan’ın parlak çağcıl yorumundan söz etmeden önce, metne hak ettiği adını verenleri tebrik etmek isterim. Bizde yıllardır ‘Kel Şarkıcı’ adıyla sahnelenen, oyunda ünlü diyalog “kel şarkıcıdan ne haber / saçlarını eskisi gibi tarıyor”la yetinilir. Fransızcada eril ve dişil ayırımı vardır, Ionesco’nun saçlarını eskisi gibi tarayan şarkıcısı ‘cantatrice’ dişildir ve ‘Kel Diva’, absürt soruya absürt ötesi cevabı daha da belirginleştirir.
Özcan oyunu adından başlayarak, absürt kavramını doruğa taşıyarak yönetmiş. Kerem Çetinel’in savaşın yıkımını yansıtan dekor ve ışık tasarımı absürdün sanki fiilen tarifi; Makbule Mercan’ın 1930’ları anımsatan nefis kostümleriyle, ekranlardaki bilgisayar destekli konuşmalar, Bay Smith’in elindeki tablet, Martinlerin sürekli oynadıkları cep telefonları anakronik bir ‘uyumsuzluk’ yaratmış.
Metinlerin dokunulmazlığı yerine, yazının özüne sadık kalmanın yeğlendiği sahnelemede, herkesin durmaksızın konuşarak hiçbir şey anlatmadığı replikler kimi zaman aynen korunurken, kimi zaman da çağcıl absürde uydurulmaktan çekinilmemiş. Günümüze daha çok yakışan farklı finali, izleyebilseydi en çok Ionesco’nun hoşuna giderdi.
Değişik yaş ve disiplinlerden gelmelerine karşın, keyif verdikleri kadar keyif alarak benzersiz bir uyumla kişileri yorumlayan Zuhal Olcay (Bayan Smith), Haluk Bilginer (Bay Smith), Özlem Zeynep Dinsel (Bayan Martin), Yiğit Özşener (Bay Martin), Gözde Kırgız (Hizmetçi Mary) ve Kıvanç Kılınç’tan (itfaiyeci) oluşan yıldız kadro tek kelimeyle olağanüstü. Hepsi eşit derecede iyiler ama Kıvanç’ın itfaiyecisi sanki ‘biraz daha eşit’.
Benzersiz metnin bu benzersiz yorumu sezonun olmazsa olmazlarından. 18, 19, 20 Mart Maximum Uniq, 25, 26 Mart Zorlu PSM, 27 Mart Oyun Atölyesi ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde ve yurt içinde turnede.
‘The Long Road / Uzun Yol’
“Neden daha çok değer vermedin hayatına? Neden vermedin ki ona parayı? 85 yaşında, yatağında ölmeliydin sen, aptal. Bunu bize nasıl yaparsın, Dan, nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirsin, bir hiç uğruna nasıl ölebilirsin, karşı kaldırıma geçebilirdin, neden başka bir yerde olamadın.”
Mahkumların rehabilitasyonunu amaçlayan İngiliz resmi yardım kuruluşu ‘The Forgiveness Project / Bağışlama Projesi’ ile Synergy Theatre işbirliği yaparak, mahkumların kendi isteğiyle affetme konusunda katıldığı atölyeler, tiyatrolarda ve cezaevlerinde sahnelenecek oyunlar düzenliyor.
Projeye katılan İngiliz oyuncu ve oyun yazarı Shelagh Stephenson, gerçek hayat hikâyelerine dayanan ‘The Long Road / Uzun Yol’ adlı ilk kez 2008’de Soho Theatre’da sahnelenen bir oyun yazmış. Berfin Zenderlioğlu’nun Oyun Atölyesi’nde yönettiği oyun, küçük oğulları Danny’nin beklenmedik şekilde öldürüldüğü bir ailenin olanları anlamlandırmaya çalıştıkları uzun ve yıkıcı yolculuğun öyküsü.
Mary (Evrim Alasya) ile John’un (Faruk Barman) büyük oğulları Joe (Aykut Akdere), bir akşam kardeşi Danny ile dışarı çıkar. Joe bir ara markete girdiğinde tanımadıkları, madde bağımlısı Emma (Sena Başdoğan) Danny’den bir pound ister. Parayı vermeyince kızın bıçakladığı Danny olay yerinde ölür.
Oyun bu acıyla yüzleşmeye çalışan aile fertlerinin monologlarıyla açılır. Kardeşini yalnız bıraktığı için kendini suçlayan Joe, aile içinde hissettiği değersizlik duygusuyla, anne-babasının ölenin Danny değil kendisi olmasını dilediklerini kurar, Yaşadığı felaketten uzaklaşmaya çalışan John kendini koşuya vererek gerçeklerden kaçmaya çalışır.
Sürekli Danny’yi düşünen Mary, her an içini kemiren acıyı hafifletmek için olayın nedenini anlamasının şart olduğunu, aksi takdirde ölümünün sadece rastgele ve anlamsız bir şiddet eylemi olacağını düşünür. Danny ise duvardaki fotoğrafı, masanın ortasındaki vazoda külleriyle ailenin yasla başa çıkma sürecinin sessiz tanığıdır.
Hapishane psikoloğu Elisabeth’le (Zeynep Alkaya) olayın faili Emma’nın konuşmalarından ruhsal hasarlarını bıçkın tavırlar, küfürler ve sığındığı maddelerle boğmaya çalışan Emma’nın olay anını kesinlikle hatırlamadığı, madde etkisinde olmasa cinayeti işlemeyeceği anlaşılır.
Oyun adını, Elisabeth’le iletişime geçerek önce Emma hakkında bilgi alan, sonrasında kızla tanışan Mary’yi affetmeye götüren uzun yoldan alıyor.
Berfin Zenderlioğlu bu her an aşırı ağlak melodrama kaçabilecek metni, yalın, doğal ve ara ara müthiş dozunda duygusallıkla yönetiyor. Oyuncuların dengeli toplu yorumu dört dörtlük. 15, 16 Mart ve sezonda Oyun Atölyesi’nde. Kaçırmayın...
Reka Kolektif’in ilk oyunu ‘Aşalım Bunları’
Kadir Has Üniversitesi çatısı altında kolektif oyun üretim metodu araştırmaları üzerine bir araya gelen, Film ve Drama yüksek lisans öğrencileri Ceren Kaçar, Görkem Örskıran, Aslı Ekici ve Rıza Efe Reis’in kurdukları Reka Kolektif’in ilk oyunu ‘Aşalım Bunları’ geçen sezonun ortalarından beri sahnede.
Konsepti Reka Kolektif’e ait oyunu Aslı Ekici ile Rıza Efe Reis yazıp yönetmiş. Yaratıcı ekip Ceren Kaçar ve Görkem Örskıran oynuyor, hareket tasarımını Senay Arslan, ses tasarımını Ozan Demir, video tasarımını Zeynep Duman ile Rıza Efe Reis üstleniyor.
Bir çocuk özel derse gittiği evin asansöründe ölür. Biri sivil toplumda, diğeri de teknoloji sektöründe markalaşmayı hedefleyen İmge ve Çağrı, yaşadıkları binanın asansöründe ölen çocuğun anne-babası gibi yaşamayı idealleştirir, çocuğun yasını bir tür performansa çevirerek kendilerine ait olmayan bir hayata erişmeye çalışırlar. Evlerine, istediği her şeyi olabilme şansı sunmaya çalışacakları bir Japon balığıyla dönerler. Çabaları balığın ölümüne sebep olan bir aile trajedisine dönüşür. “Yasın performansı ürünleşebilir mi? Çift bu yası ne kadar sahiplenebilir, ne kadar geride bırakabilir? Kişisel çabaları sıkıştıkları akvaryumda İmge ile Çağrı’ya nefes olur mu? Yoksa ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar bu bitimsiz krizin etkisinde savrulurlar mı?”
‘Aşalım Bunları’ artık yetişkinliğe adım atmış Y kuşağının bu amaç peşinde çalışıp çırpınmasını, başarı ya da hüsranla mücadelesini, kafasını suya sokmasını ya da kafasını sudan çıkarmasını, kronolojiyi kırmaktan çekinmeyerek, kuşağın kafa karışıklığı ve dilini ustalıkla yansıtarak aktaran bir oyun. Günümüze ve günümüz gençliğinin sorunlarına neşeli, karakterlerin kendilerini ve dertlerini pek ciddiye almaz gibi bakan bir tonlamayla bakarken, umursamazlığın perdelediği çok ciddi kaygıları da ustalıkla duyumsatıyor.
Sahneleme, ikilinin başarılı ve inandırıcı yorumlarına, videolu efektli bir teknolojinin eşliği oyunun güncelliğini daha da açığa çıkarıyor.
Keşfedilmesi şart…