Metin Sarfati ile Spinozyen Düşünceler – 4

Özgürlük Arayışı / 01.12.2021 Felsefe yapıyorum çünkü “o” bunu istiyor. Lyotard

Metin SARFATİ Perspektif
13 Mart 2024 Çarşamba

Spinoza’da kaldığımız yerden devam edeceğim özgürlüğü konuşmaya. Fakat önce -diğer konuşmalarda yaptığım gibi- felsefenin anlamından bahsetmek istiyorum. Felsefe, insan gerçekliğindeki eksiklikle ilgili. Eksikliğin olduğu yerde o eksikliğin tatmin edilmesi isteği doğmaya başlıyor. Eksikliğin telafisi ise felsefe için büyük bir ütopya haline geliyor.

Felsefe özellikle modern zamanlarda, Eski Yunan felsefesinden farklı olarak, dünyayı değiştirmeye soyunuyor. Ama nasıl değiştirmeye çalışıyor? Hayat öyle bir şekilde değiştirilmeli ki hayal edilecek bir şey olmasın. Yani istek, istediği şeyi öyle bir şekilde elde etmeli ki artık arzu edilebileceği bir şey kalmasın. Bu bir anlamda, Marx’ın dediği gibi, felsefenin kendi sonunu hazırlaması demek. Çünkü arzu edilecek bir şey kalmayınca, felsefe de kalmamış olacak.

Filozof için isteğin anlamı

Filozofun çok gerçekçi bir isteği var; isteği bir yandan istemek, bir yandan isteği tatmin etmek; isteği anlamak için istekle hem bütünleşmesi hem de onun uzağında durabilmesi gerekir.

Lyotard'ın deyişiyle felsefe ve filozof, başka bir yerin yani dışarının karanlığında yatan olacak yani her zaman karanlıktan hareket edecektir. Çünkü çok temel bir şey var; dünyayı değiştirmeye soyunmak dünyada bir şeyin eksik olduğunu kabul etmektir.

İşte bunun için, gerçeğin arzusunda yeni bir gerçek oluşturmak diyebileceğiz felsefenin arayışı için. Yani özetle, dünya eğer değişimi bekliyorsa o zaman beklenen gerçekliğin bir anlamı olmalı, filozofun bunu istemesi için bu gerçeklik bir şey içermeli.  O zaman bu gerçekliğin gelmesini önleyen, gerçekliğin var olmasını engelleyen bir şey var. Dünyayı var etmek demek, dünyayı anlamaktan geçiyor.

Peki, öyleyse felsefe yapmanın amacı yokluğun varlıkta var olması yani varlığın, yoklukla birlikte var olmasıdır. Varlıkla yokluk birbirine tezat iki tane karşıt güç olarak gelir bize ama öyle değil. Felsefe yapmanın amacı, isteğin olması yani var olmayı engelleyen bir şeyin varlığının filozof tarafından ve hepimiz tarafından algılanmasıdır; eksik olanı aramaktır.

Peki, eksik olan bir şeye çare bulmak mümkün mü?

Bu soruyu bir iki kere dile getirdim. Spinoza ile yapmaya çalışacağımız zaten bu. Marx’ta da benzer bir arayış var. Marx, “felsefe kendi sonunun hazırlayıcısıdır,” diyor. Yani isteğin, istenmiş olmaktan vazgeçmesi, isteğin istenmiş olma özelliğinin kaybetmesi tabii ki bir ütopya. Böyle bir ütopya bence, oraya doğru gittikçe yakalanamayan, yakalanamayan ama hamle yapılmaya aday olan bir ufuk çizgisi gibi.

Filozof Alain[1] kendi ironik tarzıyla şöyle diyor; “Felsefe için tüm sorular, malzemeler iyidir. Yeter ki bir yabancı olsun.”

Filozof için istek, sıradan insanın isteğinden farklıdır. Filozof isteğe hızını kaybettirendir.Filozof ile istek kendi üzerine düşünmeye başlar.Sıradan insan için istek, kendi üzerinde düşünme gereği bile duymayandır. Sıradan insan için istek, onu yönetendir. Ona yaşama güdülerini verendir.  Mesela Marquis de Sade buna, güdülerin köleliği veya robotlaşmış özgürlük diyor. Filozof isteği anlayandır.  İstek, isteği anlayıp, istemeye koyulur neredeyse. Filozof isteyendir ama anlayandır da yani için dışında olandır. İçe soyutlayarak dışa çekilen değildir. İçin merkezinde olarak yani biraz evvel dediğim gibi dışarının karanlığında olandır. Filozof isteği anladıktan sonra isteğin peşine koyulandır.

Peki o zaman bir soru çıkıyor ortaya, niçin istek? İsteğin anlamı nedir? Niye istek ve niye istiyoruz? Ve niye filozof da istiyor? Niye filozof istekten yola çıkıyor?

Spinoza bütünün (unité) isteğinde değil mi?  Filozof da birliğin arayışında değil mi? İnsan, yaşamında iki olanı bir yapmaya çalışmıyor mu? İki tane apriori ayrı olanı, tek yapmaya çalışmıyor mu? Birleşmenin anlamı bir insanla, bir cinsin başka bir cinsle ya da iki cinsin birbiriyle olması, iki olanın bir olmaya eğilimi değil midir? Tersinden de bakalım; bir olanın bir diğerine ihtiyacının olması değil midir?

 ‘Tek olan’ da, içinde ayrılma dinamiklerini taşır. Ayrı olan birleşmeye çalışırken, tek olan kopmaya çalışır.

Birliğin Paradoksu

Spinoza ile birlikte soralım; birlik niye yok? İnsanın trajedisi mi birliği aramak veya bulduğu birliği yani tekliği parçalamak da kaçınılmaz kaderi mi?

Birlik niye kendiliğinden yok? Filozofun galiba temel meselesi bu. Niye felsefe birliğin anlamını istekte arıyor? Filozofun isteği de diğer istekler gibi bastırılamayan isteklerdir ama önemli bir farkla; filozof kendi eyleminde kendini sorgulayandır. İsteğini sorgulayabilendir. Diğer bilimlerin öyle bir sorusu yok.

Mesela benim en yakın olduğum iktisat biliminde, istek kutsaldır. Bütün teori istek üzerine inşa edilir. “Kutsal insan”ın isteğinin sonsuza kadar tatmin edilmesidir önemli olan. Sonsuza kadar bir isteğin tatmin edilmeye çalışılması, istek üzerinde düşünülmediği anlamını taşır.

Halbuki filozof kendi eyleminde kendini sorgulayandır. Filozof, ayrılandır. Filozof, sorusunu gerçeklikten alır. Filozof, isteğin içkinliğini sözcükte arayandır. Sophia ile yani philosophia ile Fransızca’da bilmek anlamındaki savoir filli ve Latince’de tat almak anlamına gelen savoure fiili aynı kökten gelir. Savoure bir şeyin hazzına, tadına varmak demek; bir şeyin hazzını almak demek, ona yavaşça sahip olmak demektir. Yani isteğe yavaşça sahip olmak, isteği dizginleyerek sahip olmaktır.

Yani bir şeyin tadına varmak; yakınlığı gerektirdiği kadar, uzaklığı da gerektirecektir.

Çünkü ancak o zaman filozof isteğe bakabilen olacaktır. İsteğin, istenme özelliği ancak böyle kalacaktır. Aksi takdirde istek, istenmeyecektir. Öyleyse, onun dışında kendini tutabilendir. Felsefe yapmak isteğin dinamiğine uymaktır. İsteğin dinamiği, filozofun eyleminin ve arayışının kökeninde vardır.  Ama bir şartla; ondan çıkmadan onu anlamaktır önemli olan. İstek yokmuş gibi davranmak değil, isteğin içinde ama isteği düşünerek, isteğin içinde ama isteği isteyerek, isteğin içinde ama istemenin ne demek olduğunu anlamaya çalışmaktır. Öyleyse, felsefe yapmak, bu anlamda kendini isteğe ve isteği düşünmeye bırakmak demektir. 

Niye istemek? İnsan ötekini arayan ve ötekini dışlayan, ötekisiz var olamayan, öteki ile de var olamayandır. Paradoksu düşünmek filozofun işi. Öyleyse, isteği düşünmek de filozofun işi. Lyotard diyor ki; “felsefe yapıyorum çünkü “o” bunu istiyor.” “O” derken felsefeyi kastediyor. O zaman istekle özgürlük arasında ciddi bir ilişki var.

***

 

Nietzscheyen Gereklilik

Nietzsche Güç İstenci isimli yapıtında şöyle diyor: “Gelmekte olandır iki yüzyıldır anlattığım,- bunu söylerken 20. yüzyıl henüz başlamamıştı- gelecek olanı betimliyorum, başka türlü gelemeyecek olanı. Nihilizmin yükselişidir bu anlattığım.” Boşluğun yükselişi, yokluğun yükselişidir. Varlığın içinde yokluğun yükselişidir; yokluğun, varlığa karşı zafer kazanmasıdır demek istiyor Nietzsche. Devam ediyor, “Çünkü şimdiki zamanda gerekliliğin bizzat kendisidir iş başında olan. Bu kader artık kendini her yerde haber vermekte.” Müthiş bir cümle. Büyük bir istek, yokluğu anlama isteği. Yokluğun altını çizme ve gelmekte olan iki yüzyılı betimleme isteği ve betimleyebilmek. Sanki kaderden yola çıkarak. Yani o zaman temel sorumuza geldik: 

20. yüzyılda olup bitenler yani atom bombasız dehşetengiz bir dünya savaşı, arkadan dehşetengiz bir iktisadi bunalım, arkadan iki tane atom bombalı, yanıp yakıcı İkinci Dünya Savaşı. Hemen İkinci Dünya Savaşı’nın içinde cesetlerin imha edildiği Auschwitz ve bugüne devredilen bir özgürlüksüzlük ortamı…

Nietzsche bunu yazarken gereklilikten yola çıkıyor –tabii kendisi öyle bir şey demiyor- ama sanki Spinozyen gerekliliğin altını çiziyor. Bakın buna karşılık başka bir yazar, Zweig, annesini, babasını ve bütün bir Viyana burjuvazisini suçluyor. Dünün Dünyası’nda diyor ki, “öngörmek bir yana, sezinleyemediniz bile neler geldiğini,  kendinizi o günün eğlencesine kaptırdınız.” Aslında orada diyor ki, gereklilikler zincirini ne bildiniz ne kavrayabildiniz. Şimdi demek ki gereklilikler zinciri ile tahmin arasında, gereklilikler zinciri ile gelecek arasında, gereklilikler zinciri ile bugün ve yarın arasında, en son da kader arasında bir ilişki var. Eğer Nietzsche gereklilikler zincirinden bahsederek önündeki iki yüzyılı anlatıyorsa, Zweig gereklilikler zincirinden bahsederek, annesini, babasını ve bütün bir Viyana burjuvazisini suçluyorsa, demek ki özgürlüğün anlamı ya da kaderin anlamı ancak gereklilikler zinciri içinde anlamlı olacaktır.

Yani özgür bireyin, öznenin, süjenin eylemi, sonra da bunun tarih içindeki etkinliği ancak böyle anlaşılacaktır. Yani sorulmak istenen bu; özne, özne midir? Öznenin eyleminin sonucu mudur? Yoksa, mesela Nietzscheyen bir özetle; gereklilikler zincirinin sonucu mudur? Özne olan özgür müdür eylem yapmakta? Özne olan özgür değil midir eylem yapmakta?

Geçen ders buna başlarken Spinoza’ya ait bir rivayetten bahsetmiştim. Öğrencilerinin, “Üstat, kozmosa ve insan varlığına ilişkin yazdıklarınla insanın elinden tüm eylem özgürlüğünü aldın,” dediğinden bahsetmiştim. İnsan bu durumda kaderine egemen olan olamayacaktır. Nietzsche, “kader bütün belirtileri ile bunu göstermektedir,” diyor. Spinoza’nın öğrencileri devam ediyor: İnsan olan bu durumda kendine dahi egemen olan olamayacaktır. Sen bizi teolojinin demir ve pas kokan soğuğundan bunun için mi kurtardın. Biz eğer iyiyi ve kötüyü bulamayacaksak, eğer iyiyi ve kötüyü seçemeyeceksek yani tarih bizim dışımızda yol alacaksa o zaman insan olmanın erdemini nerede arayacağız? Etkinliğimizde, eylemimizde aramayacaksak nerede olacak bizim insan olma erdemimiz?”

Önce burada Spinoza’nın öğrencilerinin yanlış anlamalarını düzeltmek gerekiyor.  Sonra teolojinin özgürleşme tezine geleceğiz. Spinoza Etika’nın 1. Bölümün 7. Tanımında şöyle diyor: “Sırf kendi tabiatı gerekliliği ile var olan ve etkinliği yalnız kendisiyle gerektirilmiş bulunan şeye özgür diyorum. Kesin ve gerektirilmiş bir şart içinde var olmak ve etki yapmak için kendisinden başka birisi ile gerektirilmiş bulunan şeye özgür denemez.”

Hadi gelin burada insan varlığını düşünelim. Biz sadece kendi tabiatımızın gerekliliği ile mi varız? Ve sadece kendi tarafımızdan mı gerektirilmişiz; hayır. Tabii ki hayır! Çünkü Spinoza’nın ilk önermelerinden biliyoruz ki biz tabiatın içinde bir unsuruz. Doğum tarihimizi, ölüm tarihimizi, nerede doğacağımızı, nerede öleceğimizi kendimiz belirleyemiyoruz.  Öyleyse kim özgür?  Biz, salt kendi içimizde gerektirilmiş olan değiliz. Değil mi? Biz, kendisinden başka bir şey tarafından gerektirilmiş durumdayız. Öyleyse özgür değiliz. Apriori yani öncel olarak değiliz. Sırf kendi tabiatı gerekliği ile var olan ve etkinliği yalnız kendisiyle gerektirilmiş olan şeye özgür denilir. Kimdir özgür? Tanrı! Ama dikkat! Bu Tanrı, tek tanrılı dinlerin bahsettiği Tanrı değil çünkü orada böyle bir tanım yok. Tam tersine oradaki tanımda kendi tabiatının gereklilikleri tarafından kuşatılmış değildir Tanrı. Kendi tabiatını bizzat yapandır Tanrı ve istediği gibi yapandır. Ve isteği gücüne eşit olandır. Tekrar ediyorum; Tanrı apriori özgürdür, insan apriori özgür değildir. Tanrı’nın özgürlüğü bizim bildiğimiz özgürlük değildir. Tanrı’nın özgürlüğü teolojinin tarif ettiği özgürlük de değildir.  Nereden biliyoruz? Çünkü kendi tabiatının gerekliliği ile vardır. Öyleyse kendi dışında ama kendi içinde, kendisinin de dışındakinin içinde bulunduğu bir güç vardır. Immanent, içkin bir güç var. Bu gücün kullanıcısı kendisi değildir. Bu gücün kullanıcısı kimse değildir. Bu gücün kullanıcısı gücün bizzat kendisidir. Öyleyse, özgür olanın bile, kendi tabiatının gerekliliği ile var olanın dahi -yani biraz evvel hep söylediğimiz isteği ile eyleme geçen anlamında- bir gücü yoktur. İnsanın hiç yoktur!

Çünkü insan sınırlı olandır biliyoruz. İnsan sonlu olandır. İnsan eksik olandır biliyoruz. Sınırlı olanın, sonlu olanın, eksik olanın, apriori, öncel olarak bir özgürlüğünün var olması mümkün değildir.

Özgürlüğünün isteği, özgürlüğünün olmamasından ileri gelmektedir. Nasıl ki birleşmenin isteği, birleşmenin olmamasından ileri geliyorsa. O büyük çekimin, birlik olma çekiminin özünde nasıl ki ayrılığın dinamiği varsa. Ama büyük bir çıkmaz var burada. İnsan kendini özgür zannedendir. Böyle söylüyor Spinoza. Olmayan bir şeyin kendinde olduğunu zannedendir. Bunun yanılsaması içinde, gururlu olandır insan. Sahip olmayandır ama bundan dolayı gururlu olandır. Özgür olmayandır; köledir ama kendini özgür zannedip gururlu olandır.  Halbuki sınırlı olanın, sonlu olanın tam ve kamil olması mümkün değildir. Tam ve kamil olmamak eksik olmak demektir. Eksik olan olduğu için eksiğin isteği var olacak, istek olduğu için felsefe var olacak.

İnsan kamil olma yolunda ilerleyebilendir. Kamil olma yoluna koyulabilendir ama kamil olmaya ulaşabilen değildir. Niçin? Çünkü Etika’nın tanımına göre; insan sınırlıdır, sonludur. Öyleyse, isteği her daim var olacaktır.  Buradan aklımızda sakın şu kalmasın; o zaman istek meşrudur. İstek meşrudur ama hangi istek? Var olma isteği meşrudur. Eksik olanın yani insanın diğer yaratıklarla beraber tarihi kavraması apriori mümkün değildir.

Tarih, özellikle gelişmemiş toplumların anlayışında bir vakanüvis, rastgele bir olgular resmigeçididir. Peki tarih öyle midir? Eğer böyle ise, o zaman insanın yapacağı hiçbir şey yoktur çünkü aradığımız özgürlük aslında kendi kendini yok eden bir özgürlüktür. Nereden biliyorum? Tanrı eğer iktidarını rastgele kullanabiliyorsa, o zaman bütün varlık onun rastgele gücünü sergilemesine seyirci kalabilecek ve korku içinde olacaktır. Dehşet içinde olacaktır; “ya şimdi kullanırsa” diye? Ama aynı zamanda “ah bir kullansa,” diye umutlu olacaktır.

Onun için korku ve umut arasında gidip gelecektir teolojik algı.

Özgür iradeye biraz cevap getirdik. Tarihsel anlamda baktığımızda, tarih radikal rasyonalizmle yeniden inşa edilmeye başlanacak artık. Çünkü biliyoruz ki, tarih belgeden ibaret değildir. Tarih, tarihi anlamlandırmak demektir. Şimdi Spinozyen radikalizm ile Augustinizmin teolojizmi aşılacak ve tarih nihayet seküler bir anlam kazanacaktır.

 

Tarihi kim yapar?

Voltaire’le, Hegel’le göreceğiz ki; tarih de bir gereklilikler zinciridir.  Tarih, mutlaka bilimsel yasaların da kavranmasını gerektirecektir. Nietzsche de Zweig da böyle bakabilmiştir 20. yüzyılın dehşetine. Halbuki diyor ki Domenach, “Tanrı eğer yeryüzüne müdahale etmeseydi, tanrılığı kalmamış olacaktı.” Descartes’in arkasından söylüyordu bunu.  Çünkü Descartes, tarihe bakışta teolojik perspektifi meşrulaştırandır aynı zamanda. Tarihteki teolojizmi yani pür dinsel kaderin meşrulaştırılmasını ilk engelleyen, ilk “dur” diyen Spinoza’dır.

Spinoza, sessizce, insanı uzağın yakınına koyan veya yakının uzağına koyan, içerdeyken dışarıyı görmeye çalışan, dışardayken içeriyi görmeye çalışan yani tarihe bakmaya çalışan yani insana özne olma şansını yakalattırandır. Ama tarihin dinsel kaderinden çıkmak demek, tarihi özgürce, istekleri ile inşa etmek demek değildir. Nasıl ki, kendi yaşamamızın dışına çıkmak kendi yaşamımızı özgürce inşa etmek imkanı getirmezse bize, yaşamımız da salt kendi gücümüzün esiri olamaz. Çünkü isteklerimiz de bize ait değildir. Tarih de bize ait değildir. Belki bunların bize ait olmaması, bireysel ve toplumsal despotizm eğilimimizi engelleyen tek şeydir. Ölümün içinde şiddete karşı bir panzehir varsa, belki burada da tarihselliği istediğimiz gibi biçimlendirmekteki engelimiz, despotizmimizi engelleyecektir.

Spinoza diyor ki, “Bana niye kızıyorsunuz ki anlamıyorum? Her istediğini istediği zaman yapabilen bir tanrı olsaydı daha mı hoşunuza gidecekti? Her an ne yapacağı bilinmeyen bir güçten dolayı dehşet içinde kalmayacak mıydınız o zaman?” Ve dehşet içinde kalmayacak mıydık o zaman, tarihin kahramanlarından bir tanesinin bizi tutsak etmesinden?

Ve kalmıyor muyuz? Yoksa asıl aradığımız, kendi kahramanımızın bizi tutsak etmesi mi? Hep aklıma gelir La Boétie’nin gönüllü kölelik üzerine söyledikleri. Galiba isteğimiz daha çok bu. Ya kendi despotizmimiz? Ya bizim tercih ettiğimiz birinin despotluğu.

Ansiklopedi’nin yazarı ünlü aydınlanmacı Diderot diyor ki, “Doğanın sadece bir parçası olan insanın kendini gereklilikler zincirinin dışında görmesi ne tuhaftır.” Marquis de Sade da diyor ki, “Özgürlük insan için koşullu buyruklardan ibarettir. Başka bir şey de değildir.”

İyi ve Kötünün Ayrımı

Şimdi size Kaderci Jacques’tan bir alıntı okumak istiyorum. Efendi, Kaderci Jacques’ın efendisidir. Köle de Jacques’tır.

Efendi der ki:

Size ilham kaynağı olan Tanrı mı, Şeytan mı? Korkarım ki şeytan sizin bedeninize girmiş artık.

Jacques cevap verir:

Niye Şeytan?

Efendi der ki:

Mucizevi şeyler yapıyorsunuz ve bana dehşet salıyorsunuz.

Jacques soru sorar:

Takip edilen doktrin ile mucizevi şeyler arasında ne ilişki var?

Efendi cevap verir:

Tanrı da Şeytan da mucizeler gerçekleştirir.

Jacques soru sorar:

Peki ikisinin mucizelerini nasıl ayıracağız birbirinden?

Efendi şöyle der:

İnsanlar şuna inanmıyor mu; doktrin iyiyse mucize Tanrı’ya, doktrin kötü ise Şeytan’a ait olacaktır.

Jacques tekrar cevap verir:

Peki benim gibi bir cahile, mucize yapanın doktrininin iyi veya kötü olduğunu kim söyleyecek?[2]

İyi veya kötü olduğunu nasıl ayıracağız? Spinoza iyi ve kötüyü şöyle tarif ediyor; “İnsan kendisi için yararlı olan şeyi iyi olarak, kendisi için yarasız olan şeyi kötü olarak niteler”.

***

Peki tekrar soruyorum, Tanrı istediğini gerçekleştirebilen ve rastgele davranan bir Tanrı olsaydı, daha mı özgür olacaktık?

İkinci soru, tarihi kahramanlarımız bizim düşündüğümüz gibi özgür olsalardı, güçlü olsalardı, biz daha mı özgür ve mutlu olacaktık?

Apriori özgürlüğe kimsenin sahip olmaması, Tanrı veya attributeleri, Tanrı veya insanın özgürlüğe sahip olamaması çok mu kötü gelmektedir? İnsan kendinde olmasını istediği şeyi göksel bir varlığa da atfetmiştir. Rastgele bir özgürlüğe sahip olmak, isteğimizin sınırlarını bilmemektir. Rastgele bir özgürlüğe sahip olmak, isteğin isteği üzerine düşünmemiş olmak demektir. Rastgele özgürlük -zannediyorum tarih önünde ve tabiat önünde- insan için de Tanrı için de mümkün değildir. Tabiatta olan hiçbir şey rastgele olmadı. Schopenhauer’un da dediği gibi, bizim eylemi içinde bulunduğumuz herhangi bir şey de, rastgele edimlerin sonucunda oluşmamaktadır. Öyleyse özgürlüğümüz de rastgele sınırlarımız içinde var olmayacaktır. Sade’ın dediği gibi, koşullu buyruklar içinde var olmayı özgürlük olarak düşünmek, Spinoza’yı da, köleliği yazan La Boétie’yi de anlamamış olmak demektir.

Bitirirken tekrar teolojik tarihe ve bilimsel tarihe veya tarih felsefesine değinmek istiyorum. Bugünün tarihinin yani seküler tarihin, teolojik tarihin devamından başka bir şey olmadığı çok açıktır. Teolojik tarih baştan sona kadar amaçlı bir tarihtir. Buna teleolojik diyoruz yani nereye gittiğini bilen bir tarihtir. Bu nereye gittiğini bilen bir tarihin nereye gittiğinin bilgisi Tanrı’dan ve onun sözcüleri olan peygamberlerden gelmektedir. Augustinus’un tarihi budur. Daha sonra Spinoza, Voltaire ve Hegel ile başlayan, rasyonel ve seküler bir tarihtir. Seküler bir tarihte de tarihi yapan, özgür insanın iradesi değildir. Burada Marx çok ince çizgiler üzerinde yanılmıştır.

Dolayısıyla Spinoza’nın buradaki yol göstericiliği bence çok büyüktür.

Galiba tüm mesele, en başta söylediğim gibi, filozofun isteği üzerine düşünmesi olacaktır.


[1] Émile-Auguste Chartier 

[2] Diderot, D. (2000). Jacques le Fataliste. Paris: Le Livre de Poche.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün