Doğumdan ölüme dünyayla ilgili deneyimlerin önemli dönüştürücü unsuru ve varoluşun ayrılmaz parçası olmuştur acı. Diğer taraftan acının kolayca manipüle edilebilen ve bireyin tanıdık olduğu ölçüde genel, yaşama deneyimiyle tarif edildiği ölçüde ise özel olduğu söylenebilir. Dolayısıyla büyüme, toplumsal bir varlık kazanma, dünyaya kök salma yolculuğunun her aşamasında insan çeşitli özellik ve yoğunluklarda deneyimler acıyı. Yani acılı bir süreçtir büyümek aynı zamanda.
Son yılların en kayda değer yapımlarından biri, Yorgos Lanthimos’un epik sinema eseri Poor Things böyle bir sürece eşsiz tanıklık deneyimi sunmakta. Her şeyden önce Bella Baxter’ın gerçeküstücü hikâyesi, büyümenin, özgür iradesiyle toplumda bir birey olabilmenin tuhaflıklar silsilesiyle örülmüş de olsa, yaşayabileceğimiz türden tuhaflıklar olduğuna ikna eder adeta. Bella, resmi kimliğiyle Victoria, döneminin uygun bir temsili olan kraliyet mavisi elbisesiyle Thames Nehri’nin sularına kendini bıraktıktan kısa süre sonra çarpık bir deneyle yeniden doğar. Tarih boyunca mitolojiden, dinlere, bilimin karanlık fantezilerine birçok versiyonu olan bir diriliş mitine daha tanık oluruz. Doktor Godwin Baxter, öldüğü sırada karnında olduğunu keşfettiği doğmamış çocuğunun yaşamını Victoria’ya aktarır. Bella şüphesiz eşsiz bir yaratık olarak geldiği dünyadaki yolculuğuna, sıradan toplumsal bir yaratık olan insan türüne dönüşümüne bu şekilde başlar.
“Squish! Squish!”
Bella’nın perdede ilk göründüğü andan başlayarak Freudyen bir önermeyle büyümenin sancılarını nasıl şiddetli biçimde yaşadığına tanık oluruz. Hemen her insan yavrusunda olduğu gibi Bella’ da kendini ifade etme ve duyulma konusundaki sıkıntısını bağırmak, vurmak gibi şiddetli eylemlerle gösterir. Özellikle film boyunca dilin gelişimindeki süreçle insanın şiddetini bastırabilen toplumsal bir yaratık olması arasındaki bağlantı hiç koparılmaz. Bella’nın rastgele söz dizinlerinden titiz ifadelere uzanan sözlü evrimi eşsizdir. Önce bir kadavranın göz bebeklerini bıçaklarken, yalnızca “Squish! Squish!” diyebilen Bella, restorandaki bir bebekle ilgili, “Gidip o bebeği yumruklamalıyım”a evirilir ve sonunda seçimlerini savunurken güçlü bir belagat geliştirmiş olarak “Biz kendi üretim aracımızız” diyebilir. Bu süreçte yaşadığı ayna evresinden uyanmış bir cinsel varlık olarak dünyaya yaptığı erotik yolculuğu, yaşamdaki acı ve haz birlikteliğinin de epik bir yansıması olarak aşırılaştırılır. Gelişiminin ayna evresinde benliğinin farkında olmaya başlayan Bella, kendisini keşfetmekten aldığı hazla birlikte farklı ataerkil baskı sistemlerine meydan okuduğu hızlı büyüme aşamalarına sürüklenir. Örneğin evde zorla tutulduğunun farkına vardığında özgürleşmek ister. Bunun onaylanmadığını anlaması ona büyük bir acı ve isyan yaşatır. Toplumdaki güç eşitsizlikleri tarafından çarpıtılmış bu dünya algısını, Lanthimos’un balık gözü lensleri coşkulu kullanımı sayesinde abartılı tatta izleriz. Bella bu gelişim sürecinin önemli bir noktasında, onu dirilten Baxter’ın evlilik akdiyle kendisini kontrolde tutmaya hazırlandığı anda başkaldırır ve dünyanın hazlarını tüm benliğinde deneyimlemek konusundaki güçlü içgüdülerine kulak verir. Bu hazcı evre aynı zamanda kendini dünyanın tüm “şeker ve şiddetine” sunduğu evredir. Birlikte seyahate çıkmaya karar verdiği fırsatçı Avukat Duncan Wedderburn’la baştan ortak karara varıldığı gibi amaç yalnızca yemek, içmek, gezmek ve bolca cinselliğini yaşamaktır. Bu, bir kadının toplumsal baskılardan özgürleşerek kendi seçimlerine yönelmesi konusunda dönemin değer yargılarını da yıkıma uğratacak bir yolculuktur. Bella yolculukta çeşitli zevk eylemlerine maruz kaldıkça, Duncan’ın istek ve taleplerine daha fazla meydan okur hale gelip özgürleşmeye başlar. Bu özgürleşme erk yapının bir ferdi olan Duncan’ın da dengesini bozar. O da “Tanrı” Baxter, nezaketli nişanlı McCandals gibi Bella’yı kilit altında tutmak için kandırarak bir gemiye bindirip denizin ortasında hapsetmek ister. Ancak Bella bu yolculukta başka karşılaşmalar sayesinde, acı çekmenin aşırılığını, lüksün yanı sıra yoksulluğun gerçeğini ve erkeklerin kadınları kendi fantezilerine boyun eğdirme eğilimini daha yakından kavramaya ve çok daha bilinçli biçimde bu dünyadaki yerini tanımaya başlar. Gerçek dönüşümü de bu yolculuk esnasında yaşadığı muazzam acı dolu bir karşılaşmayla yaşanır. Yolculuk sırasında Martha Von Kurtzroc ve ona eşlik eden Harry Astley ile arkadaş olan Bella felsefeyle tanışır. Ahlaki sorumluluk, insan kimliği, idealler gibi konular üzerine sorgulayan bir varlık olarak dönüşümünün ilk aşamasıdır bu. Ancak bu noktada bir başka erk temsili Astley’in müdahalesiyle yüzleşir. Bella’nın her durumda iyileşmeden yana olan tavrına, “zalim canavarlar olduğumuz gerçeğinden kaçmaya çalışan bir insan olduğunu söyleyerek” karşı çıkar. Bunu kanıtlamak için de Bella’ya “dünyanın gerçekte nasıl olduğunu” göstermeyi teklif eder.
Gemi İskenderiye’ye yanaştığında, onu gecekondu bölgesine götürür.
Pitoresk bir uçurumun dibine konumlanmış bu Hieronymus Bosch triptiği Bella’nın duygusal çöküşü ve yeniden ayağa kalkışının temsili olacaktır. “Ölü bebekler bir hendekte yatarken ben kimim ki tüylü bir yatakta yatacağım?” diyerek gördüğü manzara karşısında acıdan çılgına dönen Bella, insanlığa ve onun doğuştan gelen zulümlerine karşı omuz silkmekten daha fazlasını yapmak ister o an. Bu refleks nasıl bir insan olacağının rotasını belirleyecektir. “Onlara yardım etmeliyiz!” der ve Goethe’nin “İnsan kendini yalnızca insanda tanır” görüşüne uygun olarak, huzursuz ve doyumsuz hayat müdahalesinde yeni bir duruş kazanır.
Bella, gerçekten acımasız yaratıklar olabileceğimizi öğrenir, ama bu onun zulmü kucaklaması gerektiği anlamına gelmez. İskenderiye’deki insanların acısına ve ıstırabına tanık olduktan kısa süre sonra, onu oraya götüren Harry “Din, sosyalizm, kapitalizm yalanını kabul etme, biz berbat bir türüz” dese de Bella onunla aynı fikirde değildir. Harry’ ye “Sadece dünyanın acısına katlanamayan kırık kalpli küçük bir çocuk” olduğunu söyler ve böylece yaşanabilecek acılar karşısında kendi konumunu belirler. Bella merhametli ve umutlu olmayı seçen bir iyimserdir ve yeni olanaklara yelken açarak büyümeye devam edecektir.
Hayatın tüm olasılıkları hakkında empati ve umutla dolu bir mizah dili olan Poor Things’de bu denli etkili ve acı yüklü bir deneyime karşı bile aşağılanma, korku ve üzüntü melodram boyutunda yaşanmaz. Film baştan sona, hasar görmüş, melezlenmiş, acı ve değişikliğe maruz kalmış, aşağılanmaya katlanmaya hazır olana değer verir. Film hakkında konuşacak daha çok şey olmasına rağmen ezcümle tüm çılgınlık, haz, zulüm ve ataerkillik tasvirleriyle Poor Things nihayetinde bir insan yavrusunun yaşadığı her şeyi büyümenin doğal sonucu olarak görebilmeyi öneren umutlu ve mutlu bir film olarak sinema tarihindeki özel yerini alır.