Brontë Kardeşlerden Jane Austen'e kadın yazarlar

Bu ayki yazımda kadın ile yazı arasındaki ilişkiden, kadın yazarlardan bahsetmek istedim.

Bahar AKPINAR Perspektif
20 Mart 2024 Çarşamba

Bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü daha geride kaldı. Her kadının içine fenalık getiren, basma kalıp sözlerle kutlanılıp geçilen 8 Mart sonrası kadınların maruz kaldığı sorunlarda bir değişiklik yok. Temsil eşitsizliğinin giderilmesi, kadın cinayetlerinin önlenmesi, istihdamda kadına öncelik verilmesi gibi konular bildiğiniz gibi... Tüm bu kötü gidiş içinde Şalom’un, gazetenin hazırlanmasında görev alan kadın çalışanları ve sayıca diğer gazetelerin çok üzerindeki kadın yazarları ile Türk basınında tartışmasız bir üstünlüğe sahip olduğunu belirtmek gerek. Bu üstünlükten aldığım güçle bu ayki yazımda kadın ile yazı arasındaki ilişkiden, kadın yazarlardan bahsetmek istedim.

Kadınlar üzerine yapılan her çalışma gibi bu yazının da yolu 19. yüzyıl İngiltere’sinden geçecek. Malum, 1900’lerin hemen başında Süfrajetler ile batıda kadın hareketinin merkezi haline gelen İngiltere, 19. yüzyılda kitapları basılan Brontë Kardeşler, Jane Austen gibi kadın yazarları ile de dikkat çeken bir ülke.

Charlotte, Emily ve Anne Brontë kardeşler 1840’larda Thornton’daki evlerinin farklı odalarında bugün hala ilgiyle okunan romanlarını yazmaktadırlar. Charlotte, Jane Eyre’e, Emily Uğultulu Tepeler’e, Anne ise Agnes Grey’e hayat vermekle meşguldür. 1847’de basılan bu romanları dönemin diğer kadın yazarları gibi kendileri için uydurdukları erkek isimleri ile yayın evine gönderirler. Romanlarının kapağında sırasıyla Durrer, Ellis ve Acton Bell isimleri yazacak, ilk okuyucuları onları erkek sanacaktır.

Brontë Kardeşlerin romanlarında yarattıkları kadınlar, kendilerine uzak bir hayatın kahramanıdırlar. Bu kadınlar yaşadıkları eve sıkışıp kalmazlar. Aksine, buldukları işlerle o evden çıkıp başka evlerde kendilerine yeni hayat kurabilirler.  Bu evlerde onları daha önce deneyimlemedikleri bir hayat bekler. Karşılaştıkları erkek kahramana aşık olup çoğu marazlı aşklar yaşarlar. Kalpleri sevgi, nefret, hüsran, mutluluk gibi güçlü duygularla donanır. Onlar, aşk evliliğinin hayal bile edilemediği bir dünyanın tutku dolu kadınlarıdır. Zira dönemin evlilikleri eşler arası duygusal bir çekimden çok, sınıfsal düzenlemeyle kurulur. Tutku ve aşk göz önüne alınmaz. Dahası tehlikeli bulunur. Brontë Kardeşlerin yarattığı kadın kahramanlar bu düzene karşı çıkarak kafa tutar. Ancak romanların dönemin kimi ilginç gerçeklerini yansıtan tarafları da vardır.

Bu gerçeklerden en çarpıcı olanı tavan arasına kapatılan akıl hastası kadınlarla ilgilidir.  Charlotte Brontë, Jane Eyre’de, Jane’in tutkuyla aşık olduğu Edward Rochester’ın eski karısı Bella’yı tavan arasına kapatılmış bir akıl hastası olarak çizer. Dönemin diğer kadın yazarlarının romanlarına bakıldığında da karşımıza çıkan tavan arasına kapatılan bu akıl hastası kadınlar edebiyat incelemecileri Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın dikkatini çeker. İkili, 19. yüzyıl edebiyatındaki kadın yazarları inceledikleri ‘The Mad Woman in the Attic’ adlı kitaplarında bu kadınları ele alır. Her ne kadar roman kurgusu içinde bir düğüm olarak kurulmuş gibi görünse de bu kadınların temsil ettiği çarpıcı bir dönem gerçeği vardır. Bu gerçeği araştırmacı Michelle Perrot ortaya koyar. Perrot, 19. yüzyılın sonlarında koca, baba ve hami olmak üzere, erkeklerin talebiyle tımarhaneye yatırılan kadınların sayısında, yüzyıl başına göre yüzde 80’lik bir artış olduğunu söyler.  Erkeklerin üçte biri bu talepte bulunarak çoğu tamamen sağlıklı ancak artık ortalıkta olması istenmeyen kadınları akıl hastanelerine ya da ev içinde bir odaya kapatırlar. 19. yüzyılda evlerin tavan araları, akıl hastaneleri ve kadınlar tarafından yazılan romanların sayfaları böyle kadınlarla doludur.

Gilbert ve Gubar’ın dönemin bir başka ünlü kadın yazarı Jane Austen romanlarındaki dul kadınlar üzerine yaptıkları değerlendirmeler de hayli ilginçtir. Austen romanlarındaki dul kadınları entrikacı ve baskıcı tipler olarak tanımlayıp metinde ötekileştirildiklerini söylerler. Dönemin tüm hayatı ev içinde geçen kadınları herhangi bir şey için seslerini çıkaramazken, eş kaybı ile evdeki patriarkal yapının dışında çıkıp güç kazanan dul kadınlar, genç kızlara kendilerinden yaşça büyük, aşık olmadıkları zengin erkeklerle evlenmeleri için akıl verip baskıda bulunurlar. Yine bu kadınların genç kızlara para yardımında bulunarak erkeği taklit ettikleri görülür. Austen’in dul roman kahramanlarından pek azı mevcut ataerkil düzene karşı seslerini yükselterek bir hak arayışını metne taşır. Genelde ölen kocalarının yerini alarak otorite figürüne dönüştükleri görülür.

Jane Austen

Romanların içeriğine kısaca göz attıktan sonra gelin biraz da nasıl yazıldıklarına bakalım. El yazısı ile sayfalarca kaleme alınan bu romanlar zaman zaman pahalı bir uğraş haline gelmektedir. Mürekkebin pahalı olması ve her zaman bulunmaması kadın yazarları evde mürekkep yapmaya iter. Dönemin en bilinen mürekkep tariflerinden biri Martha Llyod’a aittir. Çeşitli meşe palamutları, asitler ve çürümüş bira kullanılarak yapılan bu mürekkep ara ara karıştırılarak karanlık bir yerde bekletildikten sonra kullanılır. Kağıt tarafından kolayca emilmesi ve iyi bir kalıcılık elde etmek için tarifteki ölçülere harfiyen uyulması gereken bu mürekkepler tıpkı yemekler gibi evin mutfağında hazırlanır. Mürekkebin kullanıma hazır olduğu günlerden bir gün Jane Austin yeterince bekletilmiş şişelerden birini alıp Gurur ve Önyargı’ya kaldığı yerden devam ederek defterine “Çok azımız aşık olacak kadar cesur bir yüreğe sahiptir” yazacaktır.

Bugün onun bıraktığı yerden yazmaya devam eden, okuyan, düşünen, yaşamı çoğaltan, bu satırlarda buluştuğumuz tüm cesur yürekli kadınlara içten sevgilerimle…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün