Çok yönlü bir sanatçı, piyanist, besteci ve orkestra şefidir… Kurduğu ve başarılı konserleriyle devam eden Orchestra´Sion´la cesur bir girişimci olduğunu da kanıtlayan Orçun Orçunsel, müzik yolculuğunu Şalom´a anlattı.
Sevgili Orçun, müziğe dört yaşında başladı. İ.Ü. Devlet Konservatuarında girdikten sonra Mimar Sinan’a geçerek Zeynep Yamantürk, sonra Ali Darmar, Ayşegül Sarıca, Stephen Kovacevich gibi güçlü isimlerle çalıştı. Ne büyük tesadüf, benim Londra’daki hocalarımdan olan Mark Swartzentruber de Kovacevich’in öğrencisiydi. Sekiz yaşında beste yapmaya başladı. Prof. Gürer Aykal ile yüksek lisans seviyesinde orkestra şefliği eğitimi aldı ve halen hepsini büyük bir başarıyla sürdürmekte.
Öncelikle şunu merak ediyorum, sadece yaratıcılık açısından, çocuk yaşta beste yapışın ile bugünkü beste yapışın arasındaki farkı nasıl görüyorsun? Müziği senin gibi mükemmel bir yerden bilmek, çalmak, bestelemek, orkestra idare etmek o saf yaratıcılığı engelliyor mu?
Sondan başlayayım; evet, engelliyor. Öğrenmenin en büyük handikabı, öğretilerin hayâl dünyasına duvarlar örmesidir. Evlilikleri de bitiren budur; taraflar birbirlerini yakından tanıdıkça ilk zamanlardaki heyecanı kaybeder. Armoni kurallarını öğrenmeden önce çok ilginç renkleri olan şeyler yazıyormuşum. Elbette bunlar kuralsız, dağınık, bilgelikten yoksun müzikler. Okuma yazma bilmek roman yazmaya yetmiyorsa, sadece müzik dilinden lego figürleri inşa etmek de yetersizdir. İnsan öğrendiklerini unutmaya cüret edip içindeki o saf yaratıcılığı koruyabilmeli.
Piyanistlik, bestecilik ve şeflik senin dünyanda birbirini nasıl etkiliyor?
Hepsi birer kapalı sistem. Yazarken piyano başına oturmam, kâğıtla (artık bilgisayar) aramdaki bir meseledir bu. Hatta piyanistlik, yazıyı iyi tanıyor olmama rağmen yazarken en zorlandığım partiler piyano partileridir, en sevimsiz parti piyanodur. Piyano başına geçip rötuş yaparak düzeltmeye de vaktim yok. Gürer Aykal Hoca, partisyonları çalışırken piyanoda çalmamayı tembihlemişti bana. Böylelikle bir şefin bakış açısına sahip olabildim. Bu üç disiplini ayrı tutmayı seviyorum. Elbette birbirinden besleniyorlar. Bestecileri bir ölçekte tanımamı sağlıyor Mahler, R.Strauss gibi şef-bestecilerin eserlerini yönetirken, yazdıkları direktifleri iyi anlıyorum. Örneğin eserlerinde yavaşlamayınız ya da hızlanmayınız anlamında uyarılar vardır. Prova yaparken bu noktalarda orkestra farkında olmadan hızlanıyor ya da yavaşlıyorsa orkestrayı durdurup, bestecinin yazdığı notu hatırlatırım. Aslında bu uyarıları zamanında Mahler ve Strauss da aynı sorunu yaşadıkları için partisyona yazma gereği duymuşlar. Bu tip detayları iyi kavrayamayan şefler, "hızlanmayınız" ibaresini görüp tempoyu yavaşlatma hatasına düşüyorlar. Bestecinin neyi ne için yazdığını anlamak önemli. Bana bu bakış açısını kazandıran şey de müziğin farklı dallarına hâkim olmam, diyebilirim.
Seni ilk defa İdil Biret’in evinde dinlemiştim. Senfonik bir eserin, kendi yaptığın piyano transkripsiyonunu çalmıştın İdil Hanım’a ve kendisinin ne kadar etkilendiğini hatırlıyorum. Bir piyanist olarak repertuarını nasıl oluşturuyorsun? Günümüzde belki de en az konuşulan şey, okuldan çıktıktan sonra nasıl repertuar oluşturulmaya devam edilmesi gerektiği. Sence bir repertuar nasıl oluşturmalı? Bir müzisyen seçimlerini, repertuar ile kendi müzikal dışavurumunu nasıl yapmalı?
Bütün çalgılar zordur ama piyano daha zordur. Çünkü çok seslidir ve diğer enstrümanlara göre eserler onlarca kat fazla nota barındırır. Bestecilerin çoğunlukla virtüöz piyanist olmaları da cabası. Dolayısıyla bir eseri konsere hazırlamak için saatlerce piyano başında egzersizler yapmak gerekiyor. Bu nedenle repertuar oluştururken insan sevdiği eserlere öncelik vermeli. O aylarca süren, bitmek bilmeyen çalışmalar, sevilmeyen bir eserle cehennem azabına dönüşür. Bende repertuar seçimi, takıntıyla başlar, yuvarlanarak büyüyen bir kartopu gibi her geçen gün kafamda daha geniş yer kaplar. Oturup çalışıp eseri iyi bir şekilde çalana kadar da bu devam eder. İnsanın kendini yakın hissettiği besteciler vardır, mezun olduktan sonra onların üzerine çalışmalar yapılabilir. İnsan hangi esere yatkınsa onu çalışmalı. Böylelikle hem kişi müziğe katkıda bulunabilir hem de müzik kişinin ruhuna katkı yapabilir.
Günümüzde yaşanan müzik ortamı çerçevesinde gerçekleşen müzik etiği hakkında ne düşünüyorsun?
Endişe verici. Tarihte bu durum her kuşak değişiminde yaşanıyor aslında: Sebastian Bach'ın olgunluk döneminde sıkıcı, demode ve karmaşık bulunması, Beethoven'ın yaşlılığında Rossini'nin yükselişi ya da Brahms'ın son dönemlerinde esen J.Strauss rüzgârı gibi. Her kuşak, bir öncekinin değerlerini ağır bulup daha hafif ve eğlenceli olana yöneliyor. Günümüzde internetin iletişimi hızlandırmasıyla popülizm dalgası insanlığı esir aldı. Yüz yıl önce, dünya nüfusu bugünkünün 7'de 1'i iken kaliteyi korumak mümkündü. Rafine zevklere sahip 200 milyon insan olması yeterliydi. Şimdiyse insanlığın en kalabalık çağındayız. 200 milyon kişi kaliteyi muhafaza etse bile, karşısında ortalamayı katleden sekiz milyar var. İnternet öncesi çağın merkezî yayın yapan radyo ve televizyonlarının yerini kişileri ekran başında tutmaya ayarlı algoritmalar aldı. Televizyon için ‘aptal kutusu’ derdik, şimdi de ‘akıllı telefon’ diyoruz. Beyni stresten uzaklaştıran, düşünmenin önünü kesen ne varsa insanların önüne fırlatılıyor. Dolayısıyla kaliteli bir film, bir roman veya senfoni, günümüzün ‘tutunamayanları’ arasına girmiş durumda. Organizatörler, Brahms çalarak dinleyeni büyüleyen bir kemancının yerine paraşütle atlarken keman gıcırdatan bir genci festivallere çıkarıyor. Ajanslar festivallerle ortaklık kurup her yere aynı isimleri gönderiyorlar. Gerçek sanatçıya destek veren hâmiler artık yok. Madame von Meck olmasaydı Çaykovski, Ignaz von Sonnleithner olmasaydı Schubert, Arşidük Rudolf olmasa Beethoven olmazdı. Günümüzde sanatçıları destekleyecek mecralar eğlence sektörüne kaymış durumda. Salonlar, festivaller, popülerlik yarışında. İnsan kalabalıklığı, popüler olanın kitlesini artırdığından ucuzluğun yükselmesi kaçınılmaz oldu. Bu iyiye gitmeyecek, günbegün kalitenin çöküşüne tanık olacağız.
Yurtiçi ve yurtdışında birçok orkestra yönettin, yönetmeye de devam ediyorsun. Ve 2008 yılında çok önemli bir girişimde bulunarak ‘Orchestra’Sion’ adlı orkestranı kurdun. Biraz, bu çok başarılı orkestrandan ve projelerinden bahsedebilir misin?
Notre Dame de Sion’un girişimime destek vererek kapılarını açması, önemli etkinlikler gerçekleştirmemizi sağladı. Badura-Skoda, Ayşegül Sarıca, Andrei Gavrilov, Paul Gulda gibi çok büyük isimlerle sahneyi paylaştık, Mahler'in senfonilerinin oda orkestrası versiyonları gibi pek çok eserin Türkiye prömiyerlerini yaptık. Son on yıldır da Uluslararası Piyano Yarışması düzenliyoruz.