Sinema şöleni başlıyor

43. İstanbul Film Festivali 17- 28 Nisan arasında gerçekleşecek.

Viktor APALAÇİ Sanat
3 Nisan 2024 Çarşamba

Festival programında 132 uzun metrajlı film var. Festivali izlemek ve ön satışta bilet satın almak isteyen okurlarım için programdaki filmlerin tanıtımını yapmaya çalışacağım. Yazıya sığmayanlar gelecek haftaya kalacak.

43. İstanbul Film Festivali 17-28 Nisan arasında gerçekleşecek. Dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler, genç yeteneklerin son filmlerinin aralarında olduğu 132 uzun metrajlı filmden oluşan zengin bir program sinemaseverlerle buluşacak. 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla söyleşiler yapılacak. Bunlar arasında, Alman sinemasının Altın Palmiyeli yönetmeni Wim Wenders festivalin onur konuğu olarak ilk kez İstanbul’a gelecek. Festivalde üç filmi gösterilecek olan Wenders, ayrıca festival kapsamında bir sohbet gerçekleştirerek izleyicilerle buluşacak.

İst. Festivali programında şubatta gerçekleşen Berlin Film Festivalinde öne çıkan, iyi eleştiri alan, ödül kazanan çok sayıda film var. Bunlar arasındaki Berlin Belgesel Ödülü ve Panorama İzleyici Ödülü kazanan ‘Gidecek Yer Yok / No Other Land’in Filistinli aktivist yönetmeni Basel Adra ve filme katkısı bulunan İsrailli gazeteci Yuval Abraham’ın ödül gecesinde Gazze’de ateşkes çağrısında bulunması olay olmuştu. Abraham sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda İsrail televizyonunda ‘Yahudi karşıtı’ ilan edilmesinin ardından ölüm tehdidi aldığını duyurmuştu. Yapımı beş yıl süren filmde Adra, sınırın öte yanından mücadelesine katılan İsrailli Abraham ile alışılmadık bir ittifak kurmuştu.

43. İstanbul Film Festivali’nin bu yılki gösterimleri Nişantaşı City’s’in iki salonunda, Beyoğlu Atlas, Beyoğlu Sineması, Kadıköy Sinematek ve Kadıköy Sinemasında günde beş seans olarak yapılacak. Lale Kart üyelerine yapılan indirimin dışında, 65 yaş üzeri sanatseverlerin tüm seanslarda yüzde 25 indirim hakkı bulunuyor. Bu yazımda festivali izlemek ve ön satışlardan bilet almak isteyen okurlarım için programda yer alan filmlerin tanıtımını yapmaya çalışacağım. Yazıya sığmayanlar gelecek haftaya kalacak. Altın Ayı Ödüllü filmden başlayalım.

Altın Ayı ödüllü belgesel

Berlin Film Festivali iki yıl üst üste iki Fransız sanatçının belgesel filmlerini Altın Ayı Ödülü ile taçlandırdı. Geçen yıl Nicolas Philibert’in ‘L’Adamant’ından sonra bu yıl Mati Diop’un ‘Dahomey’i büyük ödülle kucaklaştı. Film 26 yıl yağmalanmış sanat ederlerinin 2021’de Fransa’dan Benin’e iade ediliş sürecini konu alıyor. Eserlerden birinin bakış açısından anlatılan ‘Dahomey’, bir yandan sömürgeciliğin mirasına değinirken bir yandan da nesnelere özellik kazandıran ışıltıları inceliyor. Film 1982’de Fransız sömürge güçlerinin bugünkü adı Benin Cumhuriyeti olan dönemin Dahomey Krallığından yağmalanarak Fransa’ya getirdikleri eserlerin bazılarının iade edilmesini anlatıyor. Peki, kadim atalar vatana döndüğünde nasıl karşılanmalı? Abomey-Calavi Üniversitesi öğrencileri, tartışmalarda bu konuyu ele alıyor.

Gümüş Ayı G. Kore’ye

Sade öykülerin ustası Hong Sang-Soo’nun Güney Kore’de geçen, son Berlin Film Festivali’nin Gümüş Ayı Jüri Büyük Ödüllü filmi ‘Bir Gezginin İhtiyaçları / A Traveller’s Need’in başrolünde, Fransa’nın en büyük sinema yıldızlarından İsabelle Huppert var. Her filmiyle uluslararası bir festivalde boy göstermesine alışık olduğumuz G.Koreli usta bu filmde Fransız diva Huppert ile üçüncü kez çalışıyor. Seul’de yaşayan, geçmişi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz İris geçimini Korelilere Fransızca öğreterek sağlıyor. Küçük kartlara şiirsel ifadeler yazıp öğrencilerine veren İris, bunların ezberlenmesini talep ediyor. Giydiği parlak yeşil hırkası ve hasır şapkasıyla İsabelle Huppert bulunduğu şehre ait olmadığını gösteriyor. Sang-Soo, sinemasının karakteristiği olan şiirselliği ile ödüle doymayan bir yönetmen olduğunu yinelemiş oluyor.

Bilimkurgu filmleri parodisi

Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı Jüri Ödülü sahibi ‘İmparatorluk / L’empire’de kendine özgü mizahını hiç taviz vermeden sürdüren Bruno Dumont, Fransa’da doğan bir bebeğin nasıl gezegenler arası bir savaşa yol açtığını, gişe canavarı uzay destanlarını ti’ye alarak anlatıyor. ‘L’empire’de Bruno Dumont ‘Küçük Serseri / P’tit Quinquin’ ve ‘Coincoin et les z’inhumains’ filmlerinden tanıdığımız coğrafyaya, Boulogne-sur-mere bölgesine dönüyor. Yine abartılı, farklı bir bilimkurgu parodisine soyunan yönetmen, titizlikle inşa ettiği bir görsel evreni gözler önüne seriyor. Fransız sanatçı, insanların arasına sızan iyileri ve kötüleri sembolize eden iki uzaylı topluluğunun mücadelesinde yine evrensel ve metafizik konulara kafa yormaya çalışıyor. Devasa uzay gemileri eşliğinde film bilimkurgu türüne eleştiri getiriyor. Dumont senaryosundaki naif ama zeki karakterlerle gerilimi canlı tutmayı başarırken, politik taşlamalardan da geri kalmıyor. Koyu bir Normandiya aksanıyla konuşulan bir balıkçı kasabasında geçen filmde, uzay gemilerinden biri kilise, diğeri saray biçiminde. Filmin Freudyen bir yaklaşımla seks ve şiddet dürtülerini kullanması gibi erdemleri de var.

İran’dan toplumsal eleştiri

Ülkelerinde ev hapsine mahkûm edildikleri için filmleri ‘My Favourite Cake’in Berlin’deki dünya prömiyerlerine katılamayan İranlı yönetmenler, Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha, ikinci baharın nasıl büyük bir mutluluk getirebileceğini acı-tatlı bir yolla anlatıyor. Film festivalde FİPRESCİ ve Ekümenik Jüri Ödülünün sahibi oldu. Günümüz İran’ına yaşlı kuşağın perspektifinden bakan bu dramın odağında 70’li yaşlarda bir dul kadın var. Çocukları ve torunları yurt dışında yaşayan, uzakta oturan arkadaşlarıyla sık görüşemeyen dul kadın bir gün yalnızlığına isyan eder ve lokantada gözüne kestirdiği, kendi gibi dul bir taksi şoförünü evine davet eder. Birlikte oturup sohbet eden, içki içip dans eden ikili kaçınılmaz olarak, uzun yıllar sonra sevişirler. İnsanın en temel ihtiyaçlarının, arzularının İran toplumu için radikal bir başkaldırı olduğunun altını çizen film sosyal eleştiri konusunda hedefine ulaşıyor. Siyasi baskı altında yaşayan bir ülkede mutluluk arayışı üzerine ilginç tespitler yapan iki yönetmen, seyahat izinleri olmadığı için ödüllerini Berlin’de alamadılar.

İtalyan müzisyenin ilk filmi

36 yaşındaki İtalyan aktris, senaryo yazarı Margherita Vicario’nun ilk yönetmenlik denemesi ‘Gloria’ yaşamın mutlu tınılarıyla dolu bir müzikal. Film, 18. yüzyıl İtalya’sında manastırda pop müziğini icat eden bir grup genç kadın müzisyenin hayatını anlatıyor. Filmde genç pop müzisyeni Margherita Vicario, tarihi bir olaydan yola çıkıp Venedik’te bir yetimhanenin genç kadın müzisyenlerine odaklanıyor. Ve müziğin gücünden yararlanarak neşeli bir modern masal anlatıyor. ‘Gloria’ kadınların uğradığı haksızlıklara, görmezden gelinen emek ve yeteneklerine karşı çıkan erkekleri de eleştirmekten geri kalmıyor. Kendisi de bestekâr olan Vicario’nun, bu ilk uzun metrajlı filminin müzik partisyonunda imzası var.

Kısa kısa

Can Eskinazi’nin yönetip kurgusunu yaptığı ‘Bir İsim ve Bir Yer’ adlı belgeseli, İstanbul’da doğan, ailesiyle birlikte İsviçre’ye göç eden tanınmış sanatçı Renee Levi’yi İstanbul’da geçirdiği iki hafta boyunca sıkı bir takibe alıyor. Son yıllarda özellikle İsviçre’deki kamusal sanat projeleriyle Fransa, Almanya ve İtalya’daki sergileriyle gündeme gelen Levi, sergi ve yapıtlarında hem doğduğu kent İstanbul’u hem de Sefarad mirasını vurgular.

Berlin Film Festivali’nde ses getiren iki filmden, Fransız veteran yönetmen Olivier Assayas’ın ‘Zamanın Dışında / Hors du Temps’ pandemi döneminde geçiyor. Sokağa çıkma yasağını aynı evde geçirmeyi tercih eden iki çifti izleyen film, mizah ile dramı ustalıkla bir araya getiriyor. İkinci filmde usta yönetmen Abderrahman Sissako ‘Siyah Çay / Black Tea’ ile on yıl aradan sonra sinemaya dönüyor. Bu dikkat çekici, gözlemsel ve duygusal film, düğün gününde ‘hayır’ diyerek başka bir ülkede aşka kapılacak kadar cesur bir kadını izliyor.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün