“Çoğu zaman kendimiz olmadan bir hayat yaşıyoruz”, diyerek masum ve tanıdık kalemiyle ´Ayrık Otu´nun İçsel Yolculuğu´nun yazarı Dalia Maya ile kitabını konuştuk.
Melisa Duran
‘Ayrık Otu’nun İçsel Yolculuğu’nda kalplerimize dokunan hikâyelerinizin yaratıcı sürecinden ve sebeplerden bahsedebilir misiniz?
Aslında klişe diyorsunuz ama üstüne düşünmediğim bir soru. Kendimi bildim bileli yazdım. Her şeyi ancak yazarak algılayabiliyorum ve bu şekilde var olabiliyorum. Lise dönemlerimde de çok okuyup yazardım. Tabii ki bir süreden sonra, hayatın telaşı daha ağır bastı ve yazıdan uzaklaştım. Daha sonrasında mucizeler kursuna başladım; bu kurs sayesinde tekrar yazmaya ve bunu da insanlarla paylaşmaya başladım, insanlardan aldığım dönüşler hep çok güzeldi ve hepimizin yolculuğunun hemen hemen aynı olduğunu fark ettim. Bu içsel yolculuğun herkesin olduğunu, ilhamın hepimizin olduğunu düşündüm. Ve bunu bir kitap olarak, herkesin ortak malı haline dönüştürmeyi hedefledim.
“Yolda kayboldum, Ani’de kayboldum.”
Bugüne kadar belki de cesaret edip çıkamadığımız içsel yolculuklara bir sayfa önceden bilet aldırtan hikâyelerinizdeki ‘yol’ kavramını anlatabilir misiniz?
Kaybolmaktan kastım tabii ki fiziksel bir kayboluş değildi. Evrenin bütünlüğüyle bir oldum. Önce yalnız hissettim ancak sonra evrenle birlikte olmak çok kolaydı, uçup başka şeyler olabileceğimi hissettim. Üstüme yük ve dert olarak aldığım her şeyin aslında benim uçup gitmemi engelleyen zincirler olduğunu fark ettim. En başta hep orada kalmak istedim, o hissin sadece oraya özel olduğunu düşündüm fakat sonradan o zincirleri yönetebileceğimi anladım. Yol sadece orası değildi, hayatın kendisiydi. Her nefes alış ve her varoluş bir yolmuş gibi hissettim.
Bu yolculukta edindiklerimiz dış dünyadaki seçimlerimize de kılavuz olabilir mi?
Kesinlikle olabilir. Çünkü bu yolculukta hepimizin bir olduğunu anlıyorsunuz, kendimizi korunaklı duvarlara hapsettiğimizi ve bunun aslında o kadar da gerekli olmadığını. Fiziksel dünyada önemsiz diye baktığımız ya da sıradan gördüğümüz herkesin ve her şeyin aslında ne kadar özel olduğunu görüyorsunuz, o duvarlar görünmez olduğunda etiketler yok oluyor. Bunu anladığınızda, insanlarla iletişiminiz de kesinlikle değişiyor ve hepimizin bilinçsiz inşa ettiği duvarlar yok oluyor. Birisi imdat dediğinde onu duyabiliyorsunuz.
İkonik, tarihi ve oldukça tanıdık karakter ve yapıları, bazen kalpli sütunları anlatarak, ‘bazı an’da evlere çıkılan yedi basamaklı merdivenleri kullanarak sevgi ile bağdaştırdınız… Peki, tarih kazananı değil, iyiyi ve sevgiyi yazsaydı sizce kitabınızın hangi kahramanı öne çıkardı?
Muhtemelen tarih sevgiyi yazardı, çünkü her şeyden arınıp çıplak var olma haline büründüğünüzde, geriye sadece sevgi kalıyor. Tabii tarih kazananı değil de sevgiyi yazsaydı, o zaman da bu kitap olmazdı
Bu kitabı okuduktan sonra hayatımızdaki zorluklarla yüzleşmek ve değişmek daha mı kolay olacak?
Aslında saf halimizin üstüne duvarlar ördük ve farklı kişilere dönüştük yarattığımız alışkanlıklarla. Umarım, yolculuğumu okuyan herkes de ilk, saf haline dönebilir, yolculuğa çıkmak isteyen herkese “Ben böyle düşünmemiştim,” dedirtebilir, ya da en azından yüzlerinde bir gülümsemeye evrilebilir yazdıklarım. Daha fazlasını kimse yapamaz zaten, herkes kendi yolunun yolcusudur. Ama insanlara yolda yalnız olmadıklarını anlatmaya çalıştım.
Ayrık Otu sizce özgür müdür, olmalı mıdır?
Ayrık Otu olmak aslında sosyalleşme ihtiyacına dönüşüyor. Çünkü Ayrık Otu olduğun için sosyalleşemiyorsun. Kitabımda, Ayrık Otu’nu başta negatif bir yerden ele alıp pozitif bir şeye dönüştürmek istedim. Mesela İspanya’da bir plajda yemek yiyen bir çifte şahit oldum; kadın erkeğe sevgiyle bakıyordu ve erkeğin omuzdan aşağısı yoktu, ayak parmaklarıyla balıklarını ayıklayıp yiyordu. Bu şekilde var olduğun hal ile barıştığında, gerçekten özgürleşiyorsun. Belki de birçoğumuz bu adam yerinde olsak, onun gibi özgürce topluma karışamayacaktık. Sevme ve sevilme hakkını tanımayacaktık kendimize. Aslında öz birleşme her şeyi yapabilmek değil, kendinle özgür olmak.
Bir çeşit kültürel kalp yolculuğuna da çıkarıyor kitabınız, yolculuğunun büyük bir kısmını tamamlamış olabilene, yolu romantize etmek daha kolaydır. Yolun en başında belki ‘ayrık’, ürkek bir şekilde yolun uzaklığını izleyen birine, ne tavsiye edersiniz?
Tavsiyem, ne olursa olsun yola çıkmasıdır. Bu, bir yazar arkadaşımın ve sanatçı bir arkadaşımın birbirlerinden bağımsız olarak kullandıkları bir sözdür, çok severim, “yol açık, yola çık.” Ürkekliğinin içindeki güzelliği ve insanlığı fark et, korkunu değil heyecanını ve merakını dinle, korkma diyemem, koş diyemem, ama yavaş adımlarla da olsa git. Uçurumdan atlama, ama uçuruma doğru yürü, paraşütünü al, kontrol sende olsun. Ama o yolda da yürümeyi adım adım da olsa kesinlikle dene. Gerekirse aynı bir bebek gibi önce emekleyerek git. Gerçek mutluluk ve başarı oradan geliyor çünkü. Senin gibi olanların yazdıklarını oku, filmlerini izle gerekirse ve tek başına olmadığını fark et.
Prag Müzesi’nde gördüklerinizin size yarattığı etkiler nelerdi? Hayatımızdaki tüm korkuları gördüklerimizin içinden bir parça bularak yenebilir miyiz?
Benim orada yaşadığım bir dehşet haliydi ama bu korkudan gelmiyordu. Şaşkınlıktı. Çünkü bir insan öldüğünde biz onu çok kutsal bir yerde tutuyoruz ve onu bir daha görmüyoruz normalde. Orada şunu fark etmiştim, o kemiklere verdiğimiz anlam yine bizden ve daha önce bize söylenenlerden geliyor, ama o dehşet halindeyken onlara başka türlü bakıp bakamayacağımızı düşünüyorsunuz. Evcil hayvanlarımızı gömerken, dana kemiğini kaynatıp suyunu içiyoruz mesela, bunu sorguluyorsunuz. Kemikler dâhil her şeye, neye göre kutsallık yüklediğimizi merak ediyorsunuz. Ben orada korkudan ziyade, öğrendiğimiz ve kutsal saydığımız şeyleri sorguladım ve bu korkularımız için de geçerli, çoğu sonradan öğretilmiş, anlamsız ve değiştirilebilir. Evrilebilir.
İnsanların kendilerine ait putları olduğundan bahsetmişsiniz. Sizin putlarınız neler, onları yıkmayı başarabildiniz mi?
Benim için Ayrık Otu olma hali de bir puttu ve negatifti. Kitap ilk bittiğinde ben hâlâ bir Ayrık Otu idim, ama kitabın üstünden defalarca geçip değiştirmelerde bulundum. Son düzeltmesini yaptıktan sonra Ayrık Otu gitmişti. Hâlbuki hayatım boyunca olduğumu düşündüğüm şey de benim putummuş. Ama kitabın tamamen bitmesiyle, o put da gitti. Bu benim için büyük bir ödüldü.
“Bu ev bugün benim, yarın senin. Yani hiç kimsenin.”
Her zaman bize ait olacak bir ev var mıdır sizce?
Tabii ki var, kendi yüreğin.
Kendinizden bahsederken, ‘kim değil, ne?’ demişsiniz. Kitabınızın karakterleri de şehirler, sokaklar, ülkeler ve anılar. Oscar Wilde, eğer ‘kim’ olmak istediğimizi bilirsek, kaçınılmaz bir şekilde ‘o’ kişiye dönüşeceğimizi söylemiş ve bunu bir ceza olarak görmüştür. Ama eğer tam olarak bilmezsek, ‘her şey’ olabileceğimizi belirtmiştir. İnsanları isimler olarak değil, fiil ve sıfatlar olarak tanımlamıştır. Bakış açınızı benzer buluyor musunuz? Ne düşünüyorsunuz?
İbranicede bir kişiye isim vermek, bir olma halini ifade ediyor. Geçmişte olan, şu an olan ve gelecekte olanı ifade eden bir kelime olarak kullanılıyor, hâlbuki biz isimleri kalıplara koyarak veriyoruz ve bu insanı kafamızda belli davranışlara oturtuyoruz ismiyle birlikte. Bir şey olduğunda “Senden bunu hiç beklemiyordum” diyebiliyoruz, oysa bu isim hali daha değişken bir şey, hayatın kendisi gibi dönüşen bir şey. Dolayısıyla evet, benzetiyorum, çünkü kalıplardan soyutlandığında her şey olabiliyorsun, kendi kararlarını akışa güvenerek verdiğinde, inanılmaz hediyeler topluyorsun yoldayken.
Dünyada yaşayacaklarınızı önceden bilseydiniz yine de bu yolculuğa çıkar ve yine kendiniz mi olmak isterdiniz?
Herhalde isterdim, çünkü ben hep bu şekilde yaşadım, önceden bilerek ya da karar vererek hiç yaşamadım. Yaşadıkça kendimde değiştirdiğim şeyler mutlaka oldu, sınırlarım daha belli oldu. Evet, muhtemelen yine bu hayatı seçerdim, yine öğrenirdim, ama özümde yine kötülük düşünmeyen aynı kızım ve öyle olmaya da devam ederdim.