‘Efendinin Güzeli’ Albert Cohen’in neredeyse kırk yılda yazdığı bir roman. 1930’da kâğıt ve kalemin başına oturur, bu yolculuk Hitler’in yükselişi, II. Dünya Harbi, Yahudi soykırımı, savaş sonu yeni dünyanın teşekkülü gibi trajik, karmaşık, çalkantılı yıllarda da devam eder. Roman 928 sekiz sayfa. Başta böyle bir roman bu kadar kalın olduğu için okuma zorluğu doğurur diye düşünülebilir. (Sonuçta bu ağır kitabı sürekli elinizde tutarak okumak durumundasınız.) Ancak anlatım çekici olduğunda bu zorluk hiç akla gelmiyor. İfadelerin güzelliğine kapılan okuyucu elindeki ağırlığı unutmaya başlıyor.
Romanın 1968’de yayınlandığını düşündüğümüzde 38 yıllık bir yazım süreci söz konusu ve uzun yıllar boyunca emeğin hasredildiği bu kitap okuyucusunda esere karşı bir saygı doğuruyor. Göz satırların üstünden kayar ve parmak sayfaları çevirirken insan bu sürenin eserdeki izlerini aramaktan kendini alıkoyamıyor. Çünkü yazar için konudan kopmamak, bütünlüğü sağlamak, değişen bakış açısınca geçmiş bölümleri yeniden hep yeniden ele almak, her defasında fikir, duygu ve dille barışmak kolay iş değil. Uzun yıllar içinde zaman zaman rastladığınız bir insanın suretinde nasıl zamanın izlerini ararsak, kitabın sayfalarında, cümlelerinde kelimelerinde de derinleşen çizgilerin peşinde olmak anlaşılır bir tutum. Bunca yıl emek verilen bir eseri hiç olmazsa dört gün ayırarak okumak, yıllar sonrasından yazarın emeğine, çabasına, paylaştığı duyarlılıklara karşı ahlaki bir mukabele sayılabilir. Şüphesiz süreyi daha da uzatanlar yazarla bir yol arkadaşlığı duygusuna da kapılabilir.
Cohen Yahudi. Zaten soyadı da Yahudi toplumunda etkin bir grupla ortaklığına işaret ediyor. Cohenler dendiğinde genellikle akla Harun’un soyundan gelen itibarlı din adamları geliyor. Ancak A.Cohen bu tanımların dışında bir yazar. Şimdi kısaca hayatına bakalım: Cohen Yunanistan’ın Korfu Adasında 1895’te doğmuş. Marsilya ve Cenevre’de eğitim gördükten sonra Cenevre’de Uluslararası Çalışma Bürosu Diplomatik Bölümü’nde çalışma hayatına atılmış. Savaşta mülteci konularıyla ilgilenmiş. ‘Annemin Kitabı’ isimli otobiyografik kitabında (Bu kitap ise küçük boy 150 sayfadan müteşekkil) isimden de anlaşılacağı gibi annesini ve bir dolayım olarak kendini anlatıyor. Anne yeni ölmüştür ve çocuğu, kocası için fedakârca didinen, hiç şikâyet etmeyen, hayatının merkezine onları alan bu kadının ardından sayfalar boyunca dile getirilen üzüntü ve pişmanlıkları okuruz. Daha girişte “Hiçbir çocuk annesinin gerçekten öleceğini bilmez; bütün çocuklar annelerine kızarlar ve onlara sabırlı davranmazlar. Çok erken cezalandırılan çılgınlardır bunlar,” diyor. Sayfalar ilerledikçe anlıyoruz ki anne tam inançlı bir kadınken Cohen öyle dindar birisi değildir, onda Yahudilik daha çok kültürel bir unsur gibidir. Annesi Cenevre’den geldiği zamanlarda oğlunun dine mesafeli olduğunu bilmesine rağmen ‘Tanrı’nın evine gitmesi için’ kibarca yalvarır, Cenevre’deki lokantalarda kim bilir neler yediğinden bahsedip “O iğrenç şeyi yemiyorsun değil mi? (Çevirisi domuz) Yiyorsan bile söyleme bana. Bilmek istemiyorum” der. Bu inançlı, saf ve duyarlı anne, her inancın sadık takipçisi, çocuklarına karşı koşulsuz, saf sevginin timsali annelerin anlatımıdır gerçekte. Yoksun oldukları ikna kabiliyeti ile inançlarının kati emri ışığında karanlıkta kalan çocuklarına duydukları merhamet dillerini çaresizleştirirken, anneliğin yürekten sesinde küçük bir umut ararlar. Bu sevgi dolu seslenmelerin bir anlamı olduğu muhakkak. Çünkü Efendi’nin Güzelinde de kahramanımız dine mesafeli olmasına rağmen kimi ritüellerini ifa etmekten mistik bir haz alır. İçine çekildiği, başkalarından kaçtığı kırılma anlarında ruhani bir törenle tefilinini takar, aklın yok dediği sınırların ötesindeki kapıyı tıklatır.
Öte yandan Efendi’nin Güzeli’ndeki başkahraman Solal, birçok yönden adeta Cohen’in kendisi gibidir. O Kefalonyalıdır, sonradan Fransız vatandaşlığına geçmiştir, Cenevre’de Milletler Cemiyeti’nde önemli bir görevi, başkanın yardımcılığı görevini ifa etmektedir. Statü olarak hemen hemen en tepedeki kişidir; diğer çalışanlar bu kişiyi bir an görmek, göz göze gelmek, ondan bir iki söz duymak, bir omuza dokunma, sırta vurma gibi jestlerin muhatabı olmak arzusundadır. Çünkü bürokratik yapıda kimi kapıların açılabilmesi, üst makamlara doğru yolculuk, onun getirdiği gelir, konfor, iktidar duygusu önemli ölçüde tepedeki bu kişiyle kurulacak bağlardan geçmektedir.
Kitabın konusu çok karışık değildir. Andy Warhol’un ‘Savaş ve Barış’ için “Olay Rusya’da geçmiyor muydu?” dediği gibi, biz de özetlersek konusu şudur: Adrien Deume, Solal’ın tepede görev yaptığı kurumda alt düzey bir memurdur. Bütün dikkati ve çabası üstlerinin ilgisini çekmek, göze girmek ve yükselmektir. Ancak bunun için gerekli donanıma, çalışkanlığa sahip değildir. Deume’nin karısı Ariane olağanüstü güzellikte bir kadındır ve kocasına karşı ilgisizdir. Daha çok kendi dünyasında yaşamaktadır. Solal kadına âşık olur. Kocasını önemli bir göreve getirir ve yurt dışına gönderir. Kadını etkilemek için yemeğe çağırır ve saatlerce kadın-erkek ilişkileri, insanlık halleri ve bürokratik yapılardaki iktidar ilişkileri, bunun insanların davranışlarına, ses tonlarına, bedenlerine yansıyan biçimlerini anlatır. Bu arada belirtelim Solal da her bakımdan erkek güzelliğinin timsalidir. İki mükemmel örneğin aşkla birleşmesi esasında bir durum söz konusudur. Kadın önce ilgisizdir, fakat konuşmanın nihayetinde Solal’den etkilenir, onunla yakınlaşır. Artık kadın ve erkeğin hayatı sadece kendileri olur, kendi içlerine gömülürler ve birbirleri için yaşamaya başlarlar. Deuma uzun bir aradan sonra evine döndüğünde karısında bir tuhaflık hisseder, nihayet Ariane ona bir not bırakıp Solal’le birlikte yurt dışına gider. Olay duyulunca Solal görevden uzaklaştırılır, Fransız vatandaşlığı elinden alınır, itibarlı, üst düzey bir görevliyken sıradan biri haline gelir. Solal bu durumu kadına hissettirmemeye çalışır. Güç ve itibar kaybının kadının kendisine yönelik bakışını etkileyeceğinden çekinir. İki insan arasındaki ‘büyük aşk’ın aslında nasıl da bedenlerin haline bağlı olduğu, bir veya iki dişin yerine siyah bir boşluk olsa, aşkın nasıl da biteceği, bedenlerin kamusal takdimlerinin ötesinde mahrem gerçekliğinin keza yine aşkı nasıl öldüreceği hususları dile getirilir. Yaklaşık iki yıl Solal ve Ariane otel otel dolaşırlar. Hiç kimseyle görüşmezler, toplumdan kaçarlar, fakat sadece birbirleriyle ilgilenmelerinin ve her gün ilişkinin klişe ritüellere gömülmelerinin aşk için nasıl öldürücü olduğunu fark ederler. Daha çok Solal bunu görür ve çeşitli olaylar, trajik durumlar doğurarak aradaki duyguları beslemeye çalışır. Toplumla bağ kurmanın iki kişilik dünyalarda duygusal yakınlık için ne kadar önemli olduğunun altını çizer. Aşk kendini çok özel bir dünya olarak takdim etse de gerçekte hayatiyeti, devamı kamusal bir bağlamın içinde mümkündür. Bu tutkulu, ancak sürekli sorgulanan, klişeleri eleştirilen, varsayılanın ötesinde aklın süzgecinden geçirilen ve bu yüzden çürümeye hazır yanları bir hayalet gibi nereye gitseler onları takip eden bu tuhaf ve ‘hastalıklı aşk’, okuyanların da kendilerini adım adım yaklaşıyor hissettikleri malum sona ulaşır. Bir otel odasında birlikte intihar ederler.
Anlatımın arka planında Hitler’in yükselişi, Yahudilerin her yerde insanlıktan nasipsiz bir tavırla aşağılanmaları, sıradan insanların bile bu aşağılamadan pay almak için nasıl öne çıktıkları dile getirilir.
***
Bir kitabı özetlemek kolay değildir, ancak ‘Efendi’nin Güzeli’ni çekici bir kitap yapan en temelde bürokratik dünya, aşk, siyaset gibi her tür insani bağların içinde, yanında yöresinde yer alan, bazen üstü örtük, bazen kendini sözlerde, jestlerde ortaya koyan iktidar ilişkilerine dair çok çarpıcı vurgulardır. Orada kahramanların dikkatleri, anlatımı dile gelirken aslında hikâye edilenin bir insanlık durumu ve bu vasfı dolayısıyla da şüphesiz kendi hikâyemiz olduğu görülür. Zaten insanları da kitaplara çeken başkalarının hayatlarını okurken kendi hayatımıza bir ışık tutma çabası değil midir? Her tecrübe biraz titrek, biraz yarı karanlık, biraz dikkatlerimizden kaçan farklı yanlara dair heyecanlı bir şahitlik, biraz “gerçeğin ta kendisi” diyerek eşlik ettiğimiz bir dille bize ulaşır ve bunu başarıyla yapan kitaplar da bizim sevgili kitaplarımız olur. Efendi’nin Güzeli’ni okuyanların vaktini asla boşa geçirmiş sayılmayacaklarını belirtmem bir abartı değildir. Kitabın hakkıdır ve nihayetinde içimizi yoklayan hüzünle birlikte artık hayatta olmayan Cohen’e sevgili bir gülümseme göndermeyi bana öyle geliyor ki her okuyucu kendiliğinden yapmıştır, yapacaktır.