Söylemimi bağışlayın ama 19 Nisan akşamı kanımca İstanbul´un en ´inek´ ama en ´cool´ 1.800 kişisi bilimin Taylor Swift´i diyebileceğim Brian Cox´ı dinlemek için bir araya geldik. ´Horizons-Ufuklar´ adını verdiği bilim şovu turnesine, İstanbul´u katan bilim insanı ve bilim iletişimcisi adeta bir rock yıldızı gibi dakikalarca ayakta alkışlandı. Prof. Brian Cox esprileriyle bizi güldürdü ve devasa LED ekranlarında muazzam çözünürlükteki uzay fotoğraflarıyla bizi büyüledi. Yine de bir amfide kozmoloji 101 dersi alan öğrencilerden farkımız yoktu çünkü Cox ekrana yansıttığı elindeki tablete hiç çekinmeden matematik formülleri yazıyor, kuantumdan kara deliklere bilimin son buluşlarını yer yer basitlikten çok uzak bir dille bize aktarıyordu. Gecenin sonunda bir pop quiz patlatsa işimiz yamandı.
Tuz&Biber Stand Up adındaki etkinlik kuruluşu Türkiye’de bir ilke imza atarak bilim gösterileriyle Guiness seyirci rekoruna sahip fizikçi Prof. Brian Cox’u 19 Nisan’da TİM Show Center’da ağırladı. Bilime aç, 7’den 70’e Türk seyircisi biletleri aylar öncesinden tüketti. Bu çok iyiye işaretti çünkü gelecekte de bu tip popüler bilim etkinliklerinin ülkemize gelmesinin önü açılmış oldu. Tam yedi ay öncesinden biletimi alarak şanslı izleyicilerden biri olmayı başardım. Tüm geceyi gördüklerim ve dinlediklerim karşısında büyülenmekten yüzümde koca bir gülümseme ile geçirdim.15 metrelik dev LED ekranlarda, James Webb ve Hubble teleskoplarından alınan son fotoğrafları, milyonlarca dolara mal olan bilgisayar çıktısı simülasyonları ve Cox’un elindeki tablete yazdığı matematik formüllerini izlerken kendimi Cox’un Manchester Üniversitesi öğrencilerinden biri olarak hayal ettim.
Şalom gazetesinde 2014’te ‘Evrenin Sırları’nı yazmaya ilk Big Bang konusu ile başlamıştım. Ne mutlu bana ki gece boyunca Brian Cox’un anlattıklarının neredeyse hepsini- Enflasyon teorisinden, kuantum fiziğine, yaşamın başlangıcından, evrende yalnız mıyız konusuna kadar- sizler için kaleme almışım. Bilim sever okuyucularıma karşı sorumluluklarımı yerine getirmiş olmanın haklı gururunu hissettim. Mütevaziliğe ne oldu sorusunu duyar gibiyim; onun da yanıtını ‘Sahtekâr Sendromumuz hayırlı olsun’ başlıklı köşe yazımda bulabilirsiniz.
Gelelim beni bir Coldplay konserinden bile daha çok heyecanlandıran ‘Horizons: A 21st Century Space Odyssey / Ufuklar: 21.yüzyıl Uzay Destanı’ adındaki 2,5 saatlik ders gibi şov veya şov gibi dersten en aklımda kalan ve gece uyutmayan çıkarımlarıma. Üç konum var. Birincisi sonsuz evren(ler)le, ikincisi evrenin temeliyle, üçüncüsü ise bizimle ilgili. Dünya gündeminden kaçıp beyninize bir spa hediyesi yapalım, iyice mıncıklatalım.
Paralel evrenler tüm gece uyanık bırakır
Enflasyon Teorisi şöyle der: Big Bang’den hemen önce, evren ışık hızının trilyonlarca katı hızında şişti. Meydana gelen aşırı şişmenin getirdiği iki sonuç var. Birincisi, evren ilk başta miniminnacık bir nokta iken o kadar hızlı bir şekilde büyüdü ki (ve sonra Big Bang ile patladı), bizim yerel bölgemizin dışından gelen ışığı artık göremiyoruz. Teknolojimiz sayesinde ışığın bize geldiği en uzak ufku biliyoruz. O bizim gözlemlenebilir evrenimizin sınırı oluyor. Yaşı 13,8 milyar. Kapladığı yer 94 milyar ışık yılı çapında (evrenimiz hızlanarak genişlediği için - 2011 Nobel Fizik Ödülü). Bu durumda o ilk anlarda bizden ışık hızından kat kat hızlı uzaklaşan evreni hiçbir zaman gözlemleyemeyeceğiz. Bugün en teknolojik teleskoplarımızla baktığımızda gözlemlerimiz inanılmaz derecede dümdüz bir evrende yaşadığımızı gösteriyor. Bu gözlerinizle etrafınıza bakıp, Dünya’nın kıvrım yaptığını göremeyip Dünya’nın düz olmasını söylemek ile birebir aynı. Çok büyük ihtimalle (ancak ispatlayamayız) evren bizim gözlemlediğimiz gibi düz değil ve sınırları yok. Evren sonsuz büyüklükte. Gözlemleyemediğimiz sonsuz bir evrenin varlığı fikri kabul görüyor.
İkinci sonuç ise şu. Miniminnacık noktaya geri dönelim ve yine Enflasyon Teorisini çalıştıralım. Enflasyonun, Big Bang ile her yerinde bir kerede patlayıp bittiği ne malum? Bizim 13,8 milyar yıl önce olduğunu hesapladığımız Big Bang’imiz bugün teleskoplarımızla gördüğümüz galaksiler ve yıldızlarla dolu evrenimizi oluşturdu. Ama belki noktanın bir kısmı enflasyon ile şişmeye devam etti. Belki sayısız başka Big Bangler oldu ve sayısız başka evrenler oluştu. Bu bizi paralel evrenler kavramına getiriyor. O hiç ulaşamayacağımız evrenlerde bambaşka fizik kuralları işliyor olabilir. Yerçekimi, nükleer kuvvet gibi bizim bildiğimiz fiziğin temelleri oralarda olmayabilir bile. Ya da bizim şu an yaşadığımız gerçekliğin tıpatıpının yaşandığı ama mesela benim astroloji yazdığım bir evren. İşte bana paralel evrenleri keşfetmek için büyük motivasyon kaynağı, bulayım ki o Selin’i bir güzel döveyim. Sonsuz evren varsa o Selin de vardır pekâlâ. Yüz bin takipçisi filan vardır. Kendime sinirlendim şu an, kıskandım da öte yandan. Size bu konu uyutmaz demiştim.
Zamanın ve uzayın daha derininde yatan ne?
Bu kısım Cox’un seyirciler arasında matematikçi var mı diye sorup olmadığını duyunca rahatladığı kısım. Kendisinin matematiği okulda D imiş ama gelin görün ki şimdi dünyayı kasıp kavuruyor. Bu fotoğrafta görünen Penrose Diagramı denen grafik, evrenin, zamanın ve kara deliklerin içindeki tekillik noktasının nasıl sonsuzluğa doğru gittiğini açıklıyor. Sonsuzluğu iki boyutta anlatabilmek için sonsuzluğun tanjantının tersi kullanılarak yaratılmış. Ben bu diyagramı anlamadım. (Bu cümleyi yazabilmem inanın üç saatimi aldı.) Anlamadığım şeyi de anlatmam. Brian Cox çatır çatır anlattı. Salonda mutlaka anlayanlar olmuştur. Sevgili okuyucum seni hayal kırıklığına uğratıyor ve 1950’lerde Einstein kankası ve solucan deliklerinin fikir babası Roger Penrose’ın bu diyagramın nasıl çalıştığını anlamadan direkt sonucuna atlıyorum.
Aslında bu konudan kara delikler yazımda bahsetmiştim Şöyle ki Stephen Hawking ile Leonard Susskind arasında kara delik savaşları yaşandı. Sorun şuydu: Alice kara deliğe düşerse Alice’e ne olur? Alice dışarıdan bakan birine göre olay ufkunda Hawking radyasyonu yüzünden buharlaşırdı, Alice’in perspektifine göre kendisi lay lay lom tekillik noktasına doğru süzülmeye devam ederdi. Bu iki cevap da 30 yıldır süren tartışmalar sonucu kabul edildi. Uzayda belli bir zamanda bir noktada tam olarak ne olduğunun iki kabul edilebilir cevabı vardı. Alice hem ölmüştü hem yaşıyordu. Bu resim bize uzay ve zamanın evrenin en temel dokusu olmadığını, onun da derininde yatan başka temeller bulmamız gerektiğini gösteriyor ve bunun da büyük ihtimalle bilgi ile ilgisi var. Bilgi evrenin en temel yapıtaşı olabilir. O zaman bir bilgisayar simülasyonunda mı yaşıyoruz sorusu karşımıza çıkar. What is matrix, aynen.
Bu koca evrende önemsiz miyiz, önemli mi?
Sürekli hızlanarak genişleyen uzayda trilyonlarca galaksi ve içindeki trilyonlarca yıldız ve onların etrafında dönen en az bir gezegen olduğunu düşünerek bu devasa evrende tek akıllı yaşam olamayacağımıza inancım tamdı. Aradaki mesafemizden dolayı o medeniyetlerle karşılaşma umudum yok fakat ‘Contact’ filminde Jodie Foster’ın dediği gibi “Eğer yalnızsak bu kadar yer boşa gitmiş demektir” fikrine sahiptim. Cox’un hayatın nasıl ortaya çıktığına ve evrime dair konuşmasını bitirirken şu cümlesi beni çarptı. Dünya’da medeniyetleri oluşturacak modern yaşamın başlaması son 70 bin yılda oldu. Dünya’da canlılık tek hücreli yaşam ile 4 milyar önce başladı. Dünyanın yaşı ise 4,5 milyar. Şimdi öyle bir gezegen bulacaksınız ki orada yaşam başlayacak ve gezegenin tüm ömrünün yüzde 90’ı boyunca yaşamın devamlılığını sekteye uğratacak hiçbir tehlikeli durum yaşanmayacak ve ancak o kadar zamanda tek hücreli yaşamdan bu derece akıllı varlıklara evrilebilmek mümkün olacak. İkincisi de bu süreçte bir defalığına öyle bir tesadüf yaşanacak ki bir bakteri bir bakteriyi yiyecek ama öldürmeyecek ve ikili arasında karşılıklı alışverişe dayalı kompleks bir yaşam formu başlayacak. Enter, çok hücreli canlılar. Uzayda tek hücreli yaşamı bulmaya yakın olabiliriz. Fakat akıllı yaşam bambaşka bir mesele. Ya evrende tek akıllı medeniyet biz isek. Görünen o ki akıllı yaşamın ortaya çıkması kolay bir süreç değil. Uzayda yaşam arayan bilim insanları galaksimizde bulunan 20 milyar Dünya benzeri gezegende bulabileceğimiz tek yaşam izinin mor slime -hani şu çocukları oynadığı vıcık madde- olabileceğini söyledi. Bir galakside ortalama akıllı medeniyet sayısı sıfır olabilirdi. 500 yıl önce Dünya’nın -dolayısıyla biz insanların- evrenin merkezinde olmadığını söyleyen Kopernik’e selam olsundu, bilim bizi yeniden aşırı önemli bir konuma getirmişti. Evrenin nasıl başladığını, nasıl bitebileceğini, başka evrenler bile olabileceğini düşünebilen varlıklarız biz. Matematikçiyiz. Evreni anlayanız.
Üç yıl önce Glasgow’daki iklim zirvesinde Brian Cox’tan 1 dakikalık bir konuşma istenmiş. Düşünün tüm dünya liderleri karşınızda, hiçbir yere de kaçamazlar ve konuşmanız sadece bir dakika süreceği için hiçbiri uyuyamaz da. Brian Cox öyle bir konuşma yapıyor ki politikacıların gerçekten küresel ısınmayla mücadele etmek için harekete geçmelerinde onun parmağı olduğunu düşünüyorum. Şöyle diyor Cox: “Ben ve birçok meslektaşım medeniyetimizin bu galakside var olan tek medeniyet olduğunu düşünüyoruz. Ve siz liderler bu medeniyetten sorumlusunuz. Eğer harekete geçememekten ya da kasten bunu yok ederseniz, siz 400 milyar yıldızlık bu galakside ‘anlamı’ yok etmekten bizzat sorumlu olacaksınız.”
Cox geceyi şu cümlelerle sonlandırıyor: “Astronomi, kozmoloji ve biyolojinin bize kazandırdığı şu perspektifi hiç unutmayın: bu kırılgan ve kıymetli Dünya, bizim gibi atom koleksiyonlarının düşünebildiği ve hissedebildiği tek yer olabilir. Trilyonlarca yıldızın içinde hayatın ve anlamın devamlılığını sağlamak bizim sorumluluğumuzda.”
Ve belki bu gece siz de uyumazsınız.