Enflasyon ekonomik bir hastalık. Ya genel olarak üretimin veya arzın yetersizliğine karşılık talebin aşırı olmasıyla veya üretimde kullanılan girdilerin fiyatlarında ortaya çıkan artışın maliyetleri yükseltmesiyle başlıyor. Bu basit açıklamaların birincisine talep, ikincisine maliyet enflasyonu dendiği ve talep kısılabildiği oranda maliyet enflasyonunun ömrünün uzun olmayacağı bilinen bir gerçek. Ama bu basit illiyet insan psikolojisinin etkisi ve denetlenemeyen başka etkenlerle daha karmaşık hale gelebiliyor. Bunlar arasında doğa koşullarının, doğal afetlerin, kitlesel nüfus hareketlerinin veya savaşların yarattığı kıtlıklar kadar seçimle iş başına gelen iktidarların ve onların emrindeki kamu bürokrasisinin, bilgisiz, bilinçsiz, ideolojik, yolsuz ve popülist yaklaşımları da var. Popülist yönetimlerin, büyük ve hesapsız harcamaları, yüksek maliyetli altyapı yatırımları yapmaları kadar, yolsuzluğu yoldaş edinmeleri de bütçe açıkları yoluyla enflasyonist baskıyı artırabiliyor.
Kronikleşen Enflasyon
Sistemin işleyişine duyulan güvenin aşınması ile başlayan süreç, enflasyonun arızi, yani geçici bir sorundan kronik bir hastalığa dönüşmesine zemin hazırlayabiliyor. Çünkü artık rasyonel davranışların yerini, beklentiler ve istikrarı bozucu ‘gemisini kurtaran kaptan’ davranışı alıyor. Keyfi fiyat artışları etiketlere yansıdıkça tahtına iyice yerleşen enflasyon uçmaya başlıyor. Ticari ahlakın bacadan kaçması ile sahtecilik, fiyat yuvarlama, eksik para üstü verme, fazla hesap çıkarma, kredi kartı hileleri, eski ve raf ömrü dolmuş mallarda etiket değiştirme, borç ödememe, enflasyon mağduriyetini başkasının üzerine yıkma eğilimlerini hızlandırıyor. Kronikleşen enflasyon kronikleşen bir sukut-u ahlaka dönüştüğünde ise kamu kurumlarına, politikaların objektifliğine ve bireylerin birbirine duyduğu güvensizlik toplumsal çözülmeyi hızlandırıyor.
Enflasyonun çift haneli hale gelmesi bir tehlike eşiği. Çift haneden üç haneye yönelen kronik enflasyon bir tuzak. Üstelik hiper enflasyondan daha tehlikeli. Çünkü insanlar tepki vermek yerine kronik şeker veya tansiyonla yaşar gibi uyum yapmaya başlıyor. Stokçuluktan ve keyfi etiketlerden büyük kar elde edenler enflasyonla zenginleşirken, fakirleşme hızlanıyor. Resmi enflasyon açıklamaları iki haneli rakamlarda seyrederken hissedilen enflasyonun üç haneye tırmanmış olması, hem aldatılma duygusunu, hem de paralel piyasa tehlikesini beraberinde getiriyor[1]. Kamu otoritesine kalmayan güven, fiyat denetimlerini de bir araç olmaktan çıkarıyor. Bireysel, kitlesel veya organize protesto çağrıları önemli. Ama bunun için tüketicinin bilinçli ve organize olması ve toplu tepkilerin engellenmemesi gerek.
Koşulların gelecekte daha da kötüleşeceği düşüncesiyle bugünkü harcamaların artması enflasyonun kronikleşmesini kolaylaştırıyor. Bu istikrar bozucu bir kötümserlik. Geciktirilmiş faiz artışları yüzde 50’lerin üstüne tırmanınca enflasyona alışma süreci hızlanıyor. 1990’lı yıllarda enflasyonla mücadele amacında olsa bile yüzde 70 üzerindeki faiz oranları, sadece borçlanma maliyetlerini yükselterek yatırım ve üretimin düşmesine neden olmuş ve enflasyonu beslemeye devam etmişti. Şimdi de olan aynı. Enflasyon oranında veya hatta üzerinde ücret artışları da faydasız. Çünkü ücretlerin reel değeri enflasyonla eridiği için artık aldatmaca bile olmaktan uzak. Asıl sorun artmayan tasarruf, kısılamayan özel ve israfa varan kamu tüketimi.
Ulusal Paradan Kaçışın Diğer Anlamı
Tüketici enflasyonla yaşamaya alışınca, değer kaybeden ulusal para nedeni ile banknotlara eklenen sıfırlara da alışılıyor. Yüz yerine bin, bin yerine on veya yüz bin veya milyonlar ağız dolusu bir cazibe kazanıyor. Oysa para sadece bir ödeme ve tasarruf aracı değil, aynı zamanda ulusal egemenliğin sembolü. Ulusal paraya bu kadar önem ithaf edilince, ekonomi politikaları ve davranışlarla değerinin korunması daha da önemli hale geliyor. Ancak, Türk lirası örneğinde olduğu gibi ulusal paranın değer kaybı enflasyonla hızlanınca, bireysel tasarruflar, yabancı para birimlerine ve altın gibi enflasyon korumalı tasarruf alternatiflerine kayarak paradan kaçışa neden oluyor. Bunun ulusal egemenlik açısından ne anlama geldiği hiç düşünülüyor mu? En küçük para biriminin piyasadan yok olması, bozuk paranın metal değerinin, üzerindeki değeri aşması, enflasyonla birlikte banknotlara yeni sıfırların eklenmesi, ekonomik tuzağın derinleşmesi demek.
Bir başka şeytan sarmalı da değer kaybeden ulusal paranın, dış piyasalarda ucuzlayan ihraç ürünlerine rekabet üstünlüğü sağlayacağı düşüncesinin sonucu. Ya ihracat yeterince artmaz ve ithalat azalmazsa? İşte bu bir başka çözümsüzlük eşiği. Sonrası ekonomi bürokrasisinin politika uygulamaları açından keşmekeş ve genel anlamda ekonomik döngü açısından içinden çıkılması güç bir tuzak. Oysa amaç makroekonomik istikrarın korunarak, enflasyonun denetim altında alınmasını sağlamak, ihracat artışını ise değer kaybeden ulusal paradan çok ürünlerin kalite, marka ve piyasa tutundurucu özelliklerinden beklemek olmalı.
Değeri düşen ulusal para yanı sıra, keyfi ihracat teşvikleri veya yaratılan kur avantajları da yurt içinde ekonomik adalete darbe vuran uygulamalardan. İhracatla elde edilen haksız kazanç, tüketiciye yine yeni bir katman enflasyon külfeti yükleyerek şimdi ülkede fakirleştiren bir yalancı büyüme etkisi yaratmakta. İthalatın kısılabilmesi için önemli olan ise tüketicinin kendi iradesi ile ulusal ürünleri yabancı benzerlerine tercih etmesi. Ama üretimdeki ithalat girdi bağımlılığı, bunu da yapmayı zorlaştırıyor. Değeri düşen ulusal para yine maliyetler yoluyla üreticiden tüketiciye aktarılan bir enflasyon etkisi yaratıyor.
Özerkliğini Yitirmiş Kamu Kurumları
Geciktirilen veya yanlış ekonomi politikaları Türkiye’de olduğu gibi enflasyon ile mücadeleyi zorlaştırıyor. Baskılara boyun eğen manevralar istikrarın düşmanı. Sanayici ses yükselttiğinde faiz yükseltmekten cayan bir para otoritesi de para otoritesi değil. Mevduat üzerindeki faizden alınan vergiyi arttırmak[2], tasarrufu cezalandırmak, yastık altına ve alternatif tasarruf araçlarına yönlendirmek demek. Bordro mahkûmlarını cezalandıran vergi, sadece kiralara narh getiren gelir, doğa talanına izin veren çevre, tarım ve hayvancılığı ihmal eden sektör politikası, enflasyonla mücadele değil. Bir yerel seçim öncesinde milyarlarca liralık ihaleyi yandaşa vermeyi, belediyeleri borç batağında devretmeyi teşvik eden merkezi göz yumma, enflasyonla mücadelenin neresinde? İsrafa dur demeyen merkez, ancak bu borçları üstlenirse her kesimi tasarrufa davet edip, enflasyonla mücadeleye çağırabilir.
[1]3 Mayıs 2024’te nisan ayında açıklanan resmi enflasyon oranının yıllık yüzde 69,80, aylık 3,18, ENAG açıklaması ise yıllık yüzde 124,35 aylık ise yüzde 5,2 olması gerçek ve aldatmaca arasındaki farkı göstermekte.
[2] Önce yüzde 5’ten yüzde 15’e yükseltilen mevduat faizi stopajı büyük bir hataydı. Çabuk geri adım atılarak 3 aylık mevduata yüzde 7,5, 6, aylık mevduata ise yüzde 5 stopaj daha makul bir tercih oldu.