Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç eğitimimdeki öğrencim, Terezin´e gelen ve yaptığı değerli beste ile March of the Music katılımcısı olan Nurullah Ejder´e, enstrümanı kanun ve yenilikçi besteciliği hakkında merak ettiklerimi sordum.
Sevgili Nurullah, Berlin’de doğup büyüdün. Bu arada kanun çalmaya başladın. Bu nasıl oldu, biraz bahseder misin?
Babam bağlama çaldığı için benim de müzikle ilgilenmemi çok istiyordu. Müzik eğitimine altı yaşında babamla birlikte bağlama etütleri çalarak başladım. Daha sonra müzik eğitimine Nuri Karademirli’den kanun dersleri alarak devam ettim. Kanuna dokuz yaşında başlamış olmam aslında temel olarak hayatıma bir yön verdi. Kısa zamanda çok farklı deneyimler edinme şansım oldu. Çeşitli orkestralarla ve birçok kıymetli müzik insanı ile Almanya’nın farklı şehirlerinde kültürel etkinliklerde konserler verdik.
Sonra Türk Müziği için çok değerli bir branş olan kompozisyon okumaya İTÜ Devlet Konservatuarı’na geldin. Kompozisyon okumaya nasıl karar verdin?
Almanya’da Lior Shambadal, Simon Halsey ve Howard Griffiths gibi birçok değerli isimlerle çalışmama rağmen kendi kültürümün müziğini daha iyi özümsemek için lisans eğitimine Türkiye’de devam etme kararı aldım. İTÜ Devlet Konservatuarı Kompozisyon Bölümü Türk ve Batı müziği eğitimini bir arada sunduğu için bu anlamda benim için farklı avantajlar sunan bir tercih olmuştur. Kompozisyon okumamın ana sebeplerinden biri sentezden ziyade enstrüman ve müzik ayırt etmeden onları bir arada kullanabilmekti.
Senin için sentez ne demek?
Farklı müzik kültüründen oluşan unsurların bir araya gelip ortak bir ürün çıkarması diyebiliriz. Aslında sentez dediğimiz aynı zamanda bir iletişim aracıdır. Birbirini tanımayan kültürlerin iletişimini sağlar. Bunu müzik üzerinden yapılan bir kültür elçiliği olarak da adlandırabiliriz. Sentezin sonucunda çıkan ürün ise yeni müziklere ve müzik tarzlarına gebedir. Gelecekte müzik kültürlerinin ve müzisyenlerin daha fazla etkileşim içerisinde olacağına inanıyorum. Çalışmalarımda başta kanun olmak üzere Türk müziği sazlarını, klasik müzik enstrümanlarıyla birlikte kullanmaya gayret ediyorum. Benim için en önemlisi bunları yaparken müzikteki duygu ifadesi. Yazdığım müzik, dinleyicide bir duygu ve hissiyat yaratmalı. Onun dışında sözlü eser yazdığım zaman müziğin, güfte ve şiirin ifadesine uygun olmasına dikkat ediyorum.
Ben Mimar Sinan’da okurken bizlere Türk Müziği öğretilmedi ve bunu hep yadırgadım. Bir insan kendi topraklarının müziğini nasıl öğrenmez diye. Ve bence bu konservatuvarda okuyanların klasik müziğe yaklaşımlarında da bir boşluk yarattı. Aynı zamanda Türk Müziği de Batı sistemine bu derece olmasa dahi pek yaklaşamadı ve Türk müziği çok seslendirilmesi gelişemedi. Halbuki Avrupa’ya baktığımda birçok besteci kendi topraklarının halk müziğine çok yakın. Sen nasıl görüyorsun bu durumu? Türk Müziği senin gibilerin katkısı ile nereye gidebilir?
Öncelikle kendi müzik kültürümüzü bilmemiz şart. Kendi topraklarımızın müziğini bilmezsek gelecekte müzik kimliğimizi de doğru şekilde inşa edemeyiz. Bu noktada her iki tarafın ön yargılarından ve prangaların kurtulması gerektiğini düşünüyorum. Bu topraklarda büyüyen bir müzik insanının makam müziğinden mahrum bırakılması bana göre kabul edilemez. Zaten bunu isteseniz de yapamazsınız çünkü en basiti bu ülkede beş vakit ezan okunuyor. Bu ezanlar sabâ, uşşak, rast, segâh ve hicaz olmak üzere beş farklı makamda seslendiriliyor. Yani günlük yaşamda bir şekilde makam müziği zaten kulağımızda yer ediniyor.
Aynı şekilde Türk müziği eğitiminde de bir sistematik oluşturulması gerekiyor. Özellikle La=440Hz’ın esas alınması ile geliştirilmiş nota yazım sistemine artık geçişin şart olduğunu düşünüyorum.
Orta Çağ dönemini başlangıç alarak Klasik Batı Müziği tarihine göz önüne alırsak bu uzun tarih için 440Hz aslında enstrümanlar için yeni bir frekans. Barok döneme baktığımızda henüz 440Hz yok ve mesela keman-viola-çello-kontrbastan oluşan yaylı enstrümanlar grubu, günümüzün enstrümanları gibi değiller; onlar o zaman viola de gamba ailesiydi. 440 Hz’e uygun değillerdi, zaman içinde frekanslar yükselirken enstrümanlar da değişim geçirdiler. Türk müziği enstrümanları ise çok büyük bir değişime uğramadılar. Sence Türk Müziği enstrümanları 440Hz için uygun mu? Yoksa onlar da mı değişime uğramalılar? Ya da klasik müzik enstrümanları ile çalarken mesela sadece Barok topluluklar ile mi çalmalılar?
Klasik müzikte kullanılan enstrümanlarla kıyasladığınız zaman Türk müziği sazları doğal olarak ilkel kalıyor. Enstrümanların gelişimi çok yönlüdür. Buna çalgı yapımcısı, icracı ve müziğin getirmiş olduğu inovasyonlar yön verir. Bir çalgı geliştiği zaman sadece yapısı itibariyle gelişmesi yetmez, aynı zamanda müzisyenin de virtüozitesi çok önemlidir. Ayrıca çağın ve müzik trendinin ne olduğu çok önemlidir. Teknoloji çağında yaşıyoruz ve artık birçok enstrümana elektronik aksamların eklendiğini görebiliyoruz. Bazı Türk müziği çalgılarının da artık yapısal değişikliğe gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bahsettiğim gibi zaman zaman sentez ile oluşan müziklerde yetersiz kalabiliyor bu enstrümanlar. Örneğin kanun ile 12 Ton’da çalmak ciddi anlamda transpoze eğitimi ve tecrübesi gerektiriyor ama enstrümanın sınırlarına ulaştığınız zaman bu da size yetmeyebiliyor. Bu bana göre bir sınırlamadır ve bu sınırı yapısal değişiklerle aşmak gayet mümkün. Ama diğer taraftan birçok geleneksel icracıların bu konuya yaklaşımı olumsuz yöndedir çünkü alışılagelmiş bir şeyden vazgeçmek zordur. Bu bir konfor alanıdır ve terk edilmesi kolay değildir. Tabii ki Barok topluluklar varlıklarını sürdürecek, müziğin geçmişine ayna tutacaklar. Bunlar olmalı zaten. Müzik geçmişini bilmemiz gerekiyor ki, gelecekte sağlam bir altyapı ile icraları gerçekleştirebilelim. Fakat sonuç olarak enstrümanlarımızda geç de olsa yapısal ve teknik değişimlerin gerçekleşeceğine inanıyorum. Bana göre bu kaçınılmaz bir durum. Geçmiş kadar gelecek de önemli, bu yüzden geleceğe ayak uydurmalı ve vizyonumuzu geniş tutmalıyız.
Ayrıca müziği bir bütün olarak görmemiz gerek. Bir müzik kültürü bir diğerinden üstün değildir. Türk müziği çok sesliliğe müsait bir müziktir. Bu anlamda Nail Yavuzoğlu yaptığı çalışmalarla akademik anlamda bir vizyon sunmuştur. Ben de yaptığım Türk müziği çalışmalarımda polifonik yaklaşımı sıkça tercih ediyorum. Müziğimize daha zengin bir duyum kattığını düşünüyorum. Bu çalışmaların çoğalmasıyla birlikte makam müziği gelecekte çok daha geçerli ve dünya müziğine entegre bir profil çizeceğini ümit ediyorum.
Yapmış olduğun, şu anda içinde bulunduğun ve gelecekteki projelerin, hayallerin neler?
Avrupa’da çeşitli üniversitelerde Türk müziği seminer ve workshopları veriyorum. Yurtdışında makam müziğine ilgi oldukça yoğun. Bunun haricinde yurtiçi ve yurtdışında çeşitli konser etkinliklerine katılıyorum. Ayrıca Türkiye, Yunanistan, Hollanda, İran ve İsrail başta olmak üzere dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan öğrencilerime kanun dersi vermekteyim. Güncel olarak ‘Ensemble Orient Occident Istanbul’ adı altında yeni bir oluşumun içerisindeyim. Bu projemiz çok yeni ve emin adımlarla ilerliyoruz. Çok kıymetli müzisyen arkadaşlarımla ‘Bach’tan Itri’ye ve ‘Händel’den Tanbûrî Mustafa Çavuş’a’ gibi farklı konseptlerde çalışmalarımız var. Konser etkinliklerimiz şu an İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı ve Şerefiye Sarnıcı gibi tarihi mekânlarında seslendiriliyor. Ayrıca Türkiye’nin farklı şehirlerinde de konser etkinliklerimiz devam ediyor. Umarım bu kültür sentezini yurtdışına taşıyıp farklı ülkelerde duyurma şansımız olacaktır.