Bu sözler iki hafta önce yaşamını yitiren, ben dahil kimileri için edebiyatın çağımızdaki en yaratıcı dehalarından biri olarak görülen Amerikalı yazar Paul Auster’ın ‘Son Şeyler Ülkesinde’ kitabından alındı. Bir fotoğrafçının bile kırık bir kahve fincanından geriye kalan parçaları bu denli kristalize ve şiirsel bir şekilde portrelemesi zorken, Auster kelimeleri görüntüye her zaman eşsiz bir ustalıkla tercüme etti. Bu tanım derin bir hayranlık gibi gözükse de aslında onun edebi varoluşu hakkında ancak giriş niteliği taşır.
New Jerseyli orta sınıf Yahudi bir ailenin mensubu olan Auster, Columbia Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünden hem lisans hem de yüksek lisans derecesiyle mezun olmuştu. Ardından dört yıl yaşadığı Paris’te, edebiyat çevirileriyle hayatını kazanıp Fransız edebiyatıyla güçlü bir bağ kurmuştu ancak yine de tüm bu başarıları, gözlerindeki iştahlı ve ateşli ifadeyle hatırlanacak olan adamın yazdıklarındaki derinliği ve nedenlerini anlamaya yetmezdi.
Bu derinlik daha çok kendi değerlerini oluşturma yolculuğuna okuyucuyu meraklı bir gözlemci olarak konumlandırabilme başarısında yatıyor. Auster’in mekân ve zaman arasındaki gerilimi bir görsel sanatçının refleksine çok benzer şekilde daha duyusal bir uzama taşıması, yazınsallık ve görsellik arasında bir karşılaşma olarak sahnelenir.
‘Yanılsamalar Kitabı’, ‘Kehanet Gecesi’, ‘Leviathan’ yapıtlarında en belirgin ölçüde izlenebilen mevcudiyet, dolaysızlık, geçmişin, şimdinin ve geleceğin eşzamanlılığı arkasında yatan sinema ve fotoğraf fikri, gözün bir sözdizimi gibi ortaya konur. Bu müthiş hibritizasyonun karşılığı sinemadaki üretimleridir. Aynı bakış açısıyla senaryolarını yazdığı The Music of Chance, Smoke, Blue in the Face, Lulu on the Bridge, The Inner Life of Martin Frost filmlerinde aynı dolaysızlık ve zamansallıkla karşılaşırız. Gerek romanlarında gerekse senaryolarında ilk anda duyumsanan mekânsal ve zamansal çıkmazlar aslında olasılıklara dönüşümü simgeler. Gerçeğin ve virtüelin ayırt edilemezliğini kucaklar ancak bunu öznel bir belirsizlik içinde eritir. Böylece Deleuze’ün, “gerçek ve hayali olanın birbirine karışması, gerçeğin basit bir hatasıdır ve onların ayırt edilebilirliğini etkilemez, arışıklık yalnızca birinin kafasında üretilir” önermesini şahane bir biçimde karşılar.
1989’da Larry McCaffery ve Sinda Gregory ile yaptığı bir röportajda yazım dilinin fotoğrafla güçlü ilişkisinden yola çıkarak bir ifade aracı olarak fotoğrafla ilgilenip ilgilenmediği sorulduğunda “Kendim aktif olarak çok fazla fotoğraf çekmem ancak geçen zamanın bir kaydı olarak fotoğrafların büyük gücüyle ilgileniyor, bu gücün kişisel olduğunu düşünüyorum… şimdiki zamanda çekersiniz ve fotoğrafa tutunursunuz ve sonra otuz, elli veya yüz yıl sonra ona tekrar bakarsınız ve zamanın geçişini yeniden düşünürsünüz” şeklinde cevap vermişti.
Bu açıdan ele alındığında ilkesel olarak görme eylemine yüklediği anlamın derinliği de hemen fark edilir. Auster’ın eserlerinde görme, bir öznenin dünyayla ilişkisini kurduğu önemli bir insan duygusudur.
Örneğin Cam Kent’in karakteri Quinn, görme duyusunu keskinleştirerek hedeflerini izleyen ve onları yazarak temsil etmeye çalışan bir karakter olarak bu tanım özelinde yeniden düşünebilmeyi sağlar. Smoke’un fotoğrafçı olan Auggie karakterinin projesi, mekanik bir aygıtın nötr bakışı aracılığıyla kendi imgesini, dolayısıyla ‘gerçekliği’ yeniden üretir. Zamanı fotoğrafladığını düşünen Auggie, fark eder ki hem basitçe zamanı hem de ‘insan zamanı’ fotoğraflamaktadır. Auggie aynı zamanda, her türlü temsilin gerçeğin yalnızca bir parçasını yakalayabileceğini bilmekte, ancak parçaları toplayarak ve izleyiciyi orada olmayanı görmeye teşvik ederek bu başarısızlığa karşı koymaya çalışmaktadır.
Benliğin çeşitli boyutlarını kapsamlı bir şekilde araştıran Leviathan’da, gerçekte farklı fotoğrafik deneyimler üreten Fransız fotoğrafçı Sophie Calle’in yansıması olarak kurguladığı Maria karakteri öznelliğini ortaya koyarken postmoderm kimlik kavramlarını reddetmekte ve kimliğin yalnızca kurumların, toplumun veya dilin bir kesişimi olarak değil, daha ziyade özne ve nesnelerin buluşma yeri olarak tanımlanması gerektiğini öne sürmektedir. Burada algılayan özne bir göz, bir bilinç, bir beden ve dışarıdaki dünya arasındaki gerilimlerden doğar. Ayrıca bu eşi görülmemiş de bir interaktivite yaratır. Kendini başka bir yapı içinde kavramsal olarak yeniden şematize etmenin bir olanağını verir Sophie Calle’a ve Auster’in Maria’ya yazdığı projeleri gerçeğe dönüştürerek Double Game adlı sanat eseri ve bir kitap yaratır.
Gerçekle kurduğu ilişkide nedensellikten çok şansa ve eşzamanlılığa değer vermiştir. Rastlantının ön plana çıkarılmasını yine ‘gerçekçiliğe’ dair olarak sunmuştur. Peşinde olduğu şeyin, içinde yaşadığımız dünya kadar tuhaf bir kurgu yazmak olduğunu dile getirmiştir. Tesadüf deyince, olay örgüsünü manipüle etme arzusuna, her şeyi birbirine bağlama dürtüsüne değil, aynı gün George adında üç kişiyle tanışmak veya bir otele giriş yapmak ve evdeki adresinizle aynı numaraya sahip bir oda verilmesi gibi öngörülemeyenin gücüne atıfta bulunmuştur. Konu, onlarla ne yapacağımızı bilmediğimiz tesadüflerden olasılıklar doğurmaktır. “Önünüzdeki herhangi bir nesneyi seçin. Bir kahve fincanı veya bir kutu puro veya bir telefon ve nereden geldiğini düşünmeye çalışın. On dakika içinde, jeoloji, tarih, sosyoloji, biyoloji, tanrı bilir ne gibi çok sayıda başka şeye ulaşıyorsunuz. Dünyayı bir kum tanesinde görmek. Bunu yapabiliyorsanız, ayda ne kadar çok şey görülebileceğini hayal edin” diye ifade eder bir söyleşide. Bu şansı kaosa kurban etmeyen bir bakış olarak fazlasıyla olumlu ve ahlaksaldır da. Senaryo yazarken, film yönetirken ya da hayali filmler hakkında yazarken, Auster her zaman izleyicinin zihnine üçüncü boyutu yerleştirmeyi başarmış, soyutlamayı veya kavramsallaştırmayı sağlamaya çalışmıştır. Gerçekçi ya da fantastik, renkli ya da siyah-beyaz, sessiz ya da sesli, komedi ya da trajedi, sözcüklerle anlatılan ya da görüntü ve seslerle gösterilen öyküleri olsun, her zaman ahlaki ve epistemolojik meseleleri gündeme getirerek, ikinci okumalara ya da izlemelere de olanak oluşturmuştur.
Yapıtlarında karakterlerini, anda mevcut bir canlılıkla tasvir eden, kendini sürdüren sonsuz bir şimdinin parçası olarak eşsizleştiren Auster’da tıpkı onlar gibi sonsuz bir şimdinin kahramanı olacak. John Berger Görme Biçimleri adlı eserinde “Geçmişin sanatı, eskiden olduğu gibi değildir artık bugün. Yetkesini yitirmiştir. Onun yerine bir imgeler dili oluşmuştur. Şimdi önemli olan bu dili kimin, ne amaçla kullandığıdır” der. Kanımca bu tanıma dayanarak, Paul Auster’a eserleriyle günümüz sanatını ve sanatçısını temsil eden değerlerden biri olduğunu söyleyerek veda etmek anlamdı olacaktır. Güle güle delici bakışlı güzel adam, elimde eserlerini tutarken nazik davranmaya çalışacağım…