Öğrencilerin gözünden (acı) bir değerlendirme
“Müşteri diyor ki bana, ‘tavsiye eder misiniz, iyi mi bu kahve?’ Benim o kahveyi alacak param hiç olmadı ki, bana ne soruyorsun?” (Bir kafede çalışan 1. sınıf öğrencisi)
“Oradayken ne kadar çabalarsam çabalayayım, bir torpilim olmazsa oralara gelemeyeceğimi iliklerime kadar hissettim.” (Çalışmayı hayal ettiği bir kamu kurumunu ziyaret eden 3. sınıf öğrencisi)
“22 yaşındayım ama emeklilik düşünüyorum, çünkü mecburum. Ya sosyal güvencesiz kalırsam?” (3. sınıf öğrencisi)
“İstanbul’a geldiğimden beri bir mağazada çalışıyorum. Hafta sonu işe 1’de gidip eve gece 12’de geliyorum ve bu 3 senedir böyle sürüyor.” (3. sınıf öğrencisi)
“Öğrenci evimizden çıkmak zorundayız, kentsel dönüşüm yapılacak. Bir haftamız kaldı, daha ev bulamadık, aklımda bu varken dersler şu anda önceliğim değil.” (2. sınıf öğrencisi)
“Ben depremden sonra geceleri hiç doğru dürüst uyuyamadım ki. Sabah derslerine nasıl geleyim?” (Doğum yeri deprem bölgesinde olan 4. sınıf öğrencisi)
Bir süredir, üniversitede, özellikle pandemi sonrasında başlayan, ama son bir yılda iyice derinleşen bir sorunumuz var. Pek çok üniversite ve fakültede benzer bir sorun olduğunu biliyorum, ama yine de yanlış bir genelleme yapmamak için şu şerhi düşmüş olayım: Değineceklerim, İÜ İktisat Fakültesi’ndeki deneyimlerimin ve gözlemlerimin bir yansıması olacak.
İÜ butik bir vakıf üniversitesi değil, özellikle tek bir alanda uzmanlaşmış da değil. Hemen her alandaki fakülteleri, onlarca bölümü, yüzlerce anabilim dalıyla, Türkiye’nin her şehrinden çok farklı ekonomik ve sosyal koşullardan öğrenciye sahip, farklı hayat görüşlerinin bir arada yaşadığı kocaman bir yer. Türkiye’de olan biten her şeyin bir şekilde yansıdığı, Türkiye’nin nabzını öğrencilerinden, öğrencilerin nabzını da Türkiye’de olan bitenlerden tutabileceğiniz bir küçük ülke adeta. Bu sebeple, bahsettiğim sorun da ne yazık ki, genelleyebileceğimiz ve Türkiye’deki gençlerin dünyalarına ilişkin bize çok şey anlatan bir emare.
Öğrencilerin çoğu artık derslere gelmiyor. 100 kişilik sınıflarda 20 kişi görmek, hele ki seçmeli olan 10-15 kişilik derslerde hiçbir öğrencinin gelmemesi sebebiyle ders işlenememesi, neredeyse sıradanlaşıyor. Notlarda da düşüş var, yüksek not almaya eskisi gibi rağbet yok. “Yoklama alacağız” diyerek azıcık göz korkutmak istediğimizde bile, sınıfa gelen öğrenci sayısı ancak bir elin parmakları kadar artıyor. Öğrencilerde gördüğümüz genel tablo mutsuzluk, eğitimden ve okuldan kopmuşluk, umursamazlık, adeta boşvermişlik ya da belki de hepsini karşılayacak bir kavram olarak, “öğrenilmiş çaresizlik”. Zaman zaman öğretim üyeleri olarak aramızda konuşup sorunun sebeplerini ve ne yapabileceğimizi tartışsak da öğrencilerin gözünden bakmaya ve karşımıza çıkan tüm değişkenleri bütünüyle kavramaya çalışmak bile hiç kolay değil. Ben de öğrencilere bir mesaj yolladım; “Anlatın, ben de gazete yazısına taşıyacağım” dedim. Onlardan gelenleri birkaç yazı boyunca paylaşmak istiyorum. Göreceğiz ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun gençler üzerindeki yansıması, yürek burkucu.
Bir kategorizasyon yapmaya çalıştım. Elbette türlü türlü sebepler var. Ama en büyük şemsiye “Türkiye’nin bir devlet olarak son yıllardaki çıkmazları ve bunun toplumsal yansımaları”. Bunun bir alt kolu olarak da ekonomik sorunlar. Zaten her şey zincirleme bir şekilde birbirini etkiliyor. Bir kere, öğrencilerin çok büyük bir bölümü çalışıyor. Hiçbir dönemde bu kadar çok çalışan öğrenci hikâyesi duymamıştım. Kimi yarı zamanlı, kimi tam zamanlı olarak, potansiyellerinin çok altındaki işlerde, sadece para kazanabilmek için çalışıyor. Çünkü ailelerinin ekonomik durumu, artık onları desteklemeye yetmiyor. Bu, özellikle başka şehirlerden İstanbul’a okumaya gelmiş öğrenciler için geçerli, ancak ailesiyle beraber İstanbul’da yaşasa da sayısı azımsanamayacak kadar öğrenci çalışmak zorunda olduğunu, ailesinin ekonomik durumunun giderek bozulduğunu anlatıyor. İş bulup çalışarak kendi harçlığını çıkarabilenler görece şanslı, zira İstanbul’da barınamayacağını düşünerek ailesinin evine dönen öğrenciler de var. Burada barınma derken, hem İstanbul’daki yaşamın genel olarak pahalılaşmasından, kaotikleşmesinden, hem de gerçekten yaşayacak bir ev bulma sorunundan bahsediyoruz. İstanbul’daki deprem korkusu ve kentsel dönüşüm, hepimizin hayatını zorlaştırırken, öğrencilerin rahatça uzun süre kalacakları bir ev bulmalarını da engelliyor. Deprem yönetmeliğine uygun yapılmış yeni binaların kiralarını öğrencilerin karşılamaları imkânsız. Eski binalarda oturan öğrenciler, son birkaç yıldır ev sahipleriyle kira artışı konusunda kriz yaşıyor, kimi de kentsel dönüşüm yüzünden evlerinden çıkmak zorunda kalıyor. Üstelik öğrenciler arasında Kahramanmaraş depremlerinde aile evi zarar gören, yakınlarını kaybedenler var; deprem travması olan bu öğrencilerin İstanbul’da deprem beklenmiyormuş gibi, sadece başlarını sokabilecekleri, parasını ödeyebilecekleri bir ev arayışında olmaları, manevi olarak oldukça incitici. Yine şanslı diyebileceğimiz bir grup, yurtlarda yaşıyor, ama geçtiğimiz aylarda yurtlarda asansör kazalarıyla ortaya çıkan ihmalkârlıklar bir yana, bu öğrenciler odalarında 4-6-8 kişi kalıyorlar, bu da onların ne rahatça uyumalarına ne rahatça çalışmalarına, ne de bireysel özgürlük alanlarına sahip olmalarına imkân tanıyor.
Gençlerin özlem duyduğu ama ekonomik darlığın engellediği şeylerden biri de sosyalleşmek. Sayısız öğrenciden aynı şeyi duydum: “Bir kahveyi bile 100 liradan aşağı içemiyoruz, buluşup dışarı çıksak ne olacak ki?”
Konuşulacak çok şey var. Bu yazının devamı birkaç gün sonra gazetenin web sitesinde yayınlanacak.
Ulaşmak için [email protected]