Laurent Mignon
Geçenlerde kitaplığımı gözden geçirip yeni bir düzen vermeye çalışırken Buket Uzuner’in ‘Güneş Yiyen Çingene’ başlıklı öykü kitabını elime aldım. ‘Gerçekliğe ve Ülkesine Yenik Düşmeyen Düşler’ başlıklı öyküyü okurken Leon adlı bir karakter karşıma çıktı. Ailesi Türkiye’den Kudüs’e göç etmiş ama kendisi Londra’da yaşamayı tercih ediyor. Bir üniversitede felsefe tarihi derslerini veriyor. Ayrıca şair ve denemecidir. Müziğe de merakı var. Beatles, Bob Dylan ve Keith Jarrett’in yanı sıra Yiddiş şarkıları da severek dinliyor. Ama anlaşılan Yiddiş bilmiyor. Anlatıcı, Leon’un ana dilinin Türkçe olduğunu, İngilizce bildiğini ve azıcık İbranice anladığını söylüyor1. Elbette Leon’un Yiddiş bilmemesine şaşırmamalı. Belki daha şaşırtıcı olan, Türkçe bir edebiyat metninde Yiddiş’e atıfta bulunulmasıdır.
Ancak şahsen ben bunun hiç de şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum. Yiddiş, halkları bir araya getirmiş ve kıtalar arasında köprüler kurmuş önemli bir edebiyat dilidir. Yani iyi niyetli ve bazen de kötü niyetli bazılarının söylediklerinin aksine Yiddiş sadece bir “Yahudi dili” değildir. Uzuner'in öyküsünde Yiddiş şarkılarına yapılan göndermeyi okurken, Türk edebiyatçılarının metinlerinde geçen, Sholem Aleichem ve Isaac Bashevis Singer'in dili olan Yiddiş’ten bahseden başka örnekler hatırladım.
Evet, Yiddiş en beklenmedik yerlerde karşılaşılabilecek bir dünya dilidir. Mesela romancı Safiye Erol (1902-1964), 22 Ağustos 1961 tarihinde Son Havadis gazetesinde yayımladığı, İstanbul’da bir otelde yaşadığı bazı komik olayları anlattığı mizahi makalesinde, kendisine Yiddiş hitap eden İsrailli turistlerle karşılaşmasını anlatır. Aşağıdaki alıntıdan Erol’un Yiddiş’in bir dünya dili olduğu konusundaki görüşümü pek paylaşmadığını göreceksiniz:
“Beni başka türlü uğraştıran bir seyyah grubu da İsrailliler oldu. Dil bilmediği için otel personeli ile anlaşamayan bu kâfile her nedense merâmını bana anlatabileceğini gözü keserek holde, merdivende, resepsiyonda, cümle kapısında yoluma çıkıyor, bana kendi lisânıyla hitap ediyordu. Bir büyük şehir otelinde hangi dillerin geçer akçe olması beklenir? Evvelâ İngilizce değil mi? Sırasıyla Fransızca, Almanca, haydi haydi İtalyanca komşuluk hesabıyla Rumca cabası olsun. Efendim, İsrail yolcuları benden ‘Yidiş’ yâni Polone[z] ve Alman dilleri kırması bir Yahudi idyomu talep ediyorlardı2.”
Ama asıl önemli olan, Safiye Erol’un Yiddiş’ten söz etmesi. Elbette Erol’un Yiddiş’i tanımlayışı dilbilimcileri ve dil tarihçileri biraz tedirgin edecek. Ayrıca Yiddiş bir ‘kırma’ değil, her dil gibi o yolculuğa bir davettir. İsrailli turistler muhtemelen romancının akıcı bir şekilde Almanca konuştuğunu fark etmiş ve Yiddiş konuşarak onunla anlaşabileceklerini düşünmüşlerdi. Gerçekten de Safiye Erol Almanya’da üniversite eğitimini almıştı ve 1926’da Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde klasik Arap şiirinde bitki adlarına dair bir tez yazarak doktor unvanını kazanmıştı.
Yukarıda anlatılan anekdot, Erol’un Yiddiş’le tek karşılaşması değildi. 28 Temmuz 1949 tarihinde Edebiyat Alemi gazetesi için Kandemir'e verdiği bir röportajda, bir romancı olarak en çok Alman Yahudi yazarı Jakob Wassermann'dan (1873-1934) etkilendiğini açıklamıştı: “Bu üslup sahibinin mizacı devran-ı demi, şiddet ve ihtirası bana en uygun geliyor. Onu okurken bunu hissediyorum ve yazarken gayr-ı iradi bu hissin tesiri altında kalıyorum3”. Wassermann, Şoa'dan önce Almanca konuşulan dünyada oldukça üretken ve popüler bir romancıydı. Romanlarının bazılarında yarattığı karakterlerin kullandığı Yiddiş ifadelerine rastlamak mümkün. Dolayısıyla Yiddiş, Safiye Erol’un gezindiği edebiyat evreninde her zaman vardı. Hatta, kim bilir, beğendiği Wassermann’ın yapıtlarıyla belki de Yiddiş onu dolaylı bir şekilde etkilemiştir.
Tabii Wassermann Almanca yazıyordu ve Yiddiş’i ana dili olarak konuşmuyordu. Franz Kafka (1883-1924) benzer bir durumdaydı. O da, Yiddiş’e ilgi duymakla birlikte Almanca yazmayı tercih eden Yahudi kökenli bir edebiyatçıydı. Türk edebiyatına meraklı olanlar için Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901-1962) Kafka’nın Yiddiş üzerine yazdıklarına göndermede bulunması dikkate değer. Bugüne kadar dönemin edebiyatı hakkında yazılmış en önemli çalışmalarından olan, ilk baskısı 1949’da çıkan ‘On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin giriş sayfalarında Tanpınar, divan edebiyatının diline karşı hissettiği yabancılaşma hissini tarif etmek için Kafka’ya başvuruyor: “Kafka, hatıralarında bir Yahudi için, Almanca anne ve baba kelimelerinin hiçbir zaman tam manasıyla bu kelimelerden beklenen sıcaklığı vermediğini söyler. İşte Türk şiiri büyük bir tarafıyla çok defa bu iç uzaklığından konuşacaktır4”. Aslında Tanpınar, Kafka’nın hatıralarını değil, günlüklerini kastediyordu. Günlüğündeki 24 Ekim 1911 tarihli bir kayıtta, Kafka, Almanca ‘Mutter’ (Anne) kelimesinin ona yabancı geldiğini yazıyor. Onun için annesini belki de hak ettiği kadar sevemediğini belirtiyor. Benzer bir şeyi ‘Vater’ (Baba) terimi için de kaydetmiştir. Sorun, Almanca bu sözcüklerin Kafka için bir duygusal çağrışım gücüne sahip olmamasıydı. Mameloşen’dekilerin aksine, yani ananın dilindekilerin aksine... Elbette, Kafka’nın Almanca ve Yiddiş ile ilişkisi karmaşıktı. Tanpınar'ın Osmanlı Türkçesi ve edebiyat geleneğiyle ilişkisi de öyleydi.
Şu var ki Yiddiş’e yaptıkları göndermelerle ve şarkılara, Jakob Wasserman’a ve Franz Kafka’ya duydukları ilgiyle Buket Uzuner, Safiye Erol ve Ahmet Hamdi Tanpınar bize edebiyatın bir karşılaşma, buluşma ve alışveriş alanı olduğunu hatırlatıyor.
---
1 Buket Uzuner, Güneş Yiyen Çingene, İstanbul: Everest, 2005: 41.
2 Safiye Erol, Makaleler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005: 262.
3 Safiye Erol, Makaleler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005: 66.
4 Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1997: 3.