Geçtiğimiz ay Thames Nehri ve Yahudilerin tarihini anlattığım yazıyı Yahudilerin 1290´da adadan sınır dışı edilmeleri ile bitirmiştik. Bu ayki yazımda adaya geri dönmelerinden devam edelim istedim. Ne var ki, bu geri dönüş bize aynı zamanda İngiltere´de kahvenin ve kahvehanelerin tarihinden de bahsediyor olacak. Önce gelin kısaca kahvenin tarihine göz atalım.
Bugün inanmak ne kadar zor olsa da bir zamanlar kahvenin olmadığı bir dünya vardı. 15. yüzyılın ortalarına kadar kahve neredeyse hiç bilinmiyordu. Kızıldeniz havzasında yaşayanların yeme içme alışkanlıklarının arasına girmeye başlar başlamaz kahve kokusu yavaş yavaş tüm dünyaya yayıldı. Girdiği her toplumda kısa sürede yerleşerek halkın alışık olduğu bira, şarap, su, çay ve meyve sularının yanında yerini aldı. Ancak kahve onlar gibi servis edildiği kaplarla sınırlı kalmadı. İnsanların bir araya gelerek zaman geçirdikleri yeni sosyal mekânlar olan kahvehanelerin de ortaya çıkmasına neden oldu.
16. yüzyıla gelindiğinde kahve Kızıldeniz Havzasından Osmanlı İmparatorluğu’na yayıldı. Arşivlere bakıldığında İngilizlerin kahve ile tanışmasının Osmanlı topraklarında gerçekleştiğini görüyoruz. İngiliz din adamı William Biddulph, 1600 yılında Halep'ten yazdığı bir mektupta kahveden bahsederek kahve üzerine konuşan ilk İngiliz olur. Biddulph mektubunda, “Türklerin en yaygın içtiği şey ‘Coffa’ adını verdikleri siyah bir içecek. Bezelye tanesi kadar ve ‘coava’ adı verilen çekirdekleri kavurduktan sonra değirmende öğütüp suyla karıştırarak neredeyse kaynatana kadar pişiriyorlar” diyerek kahvenin tarifini de verir. On yıl sonra, George Sandys adında bir başka İngiliz bu ‘garip’ Türk içeceği’ni anlatırken “İs gibi kapkara bir şey. Tadı da duman gibi acımsı” der. Acı tadına kırk yıl hatır koyduğumuz kahve o dönem her iki İngiliz’in de hoşuna gitmemişe benziyor.
İngilizlerin o dönem çay ve bazı şekerlemelere alışık damak tadı kahveyi garipseyedursun, kahvenin İngiliz geleneklerine başarılı bir şekilde dahil edilmesinde ideolojik engeller de vardı. Her şeyden önce, İngilizlerin herhangi bir Türk geleneğine olumlu bakmaları için hiçbir neden yoktu. 17. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu Hıristiyan dünyası için büyük bir tehdit ve korku kaynağıydı. Batı ile Osmanlı arasında kurulan bu ideolojik ayrım kahve kokusuna uzun süre direnemedi. Yahudi tüccarlar kahveyi önce Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerine, oradan sınırların dışına, Avrupa’ya yaymaya başladı. Öyle ki Avrupa’nın kimi yerlerinde kahve Yahudilerle özdeşleştirilip ‘Yahudi içeceği’ olarak adlandırılıyordu. Bu içeceğin İngiltere’ye girmesi ise 1290 yılında adadan sürülen Yahudilerin geri dönmesiyle gerçekleşecekti.
Oliver Cromwell, İngiltere’nin içine düştüğü ekonomik sıkıntılara çare bulmak amacıyla Amsterdam’daki Yahudi tüccarlarla bağlantıya geçti. Londra ticaretini güçlendirmek istiyordu. Bunun üzerine Amsterdam'daki saygın Yahudi haham, bilgin ve matbaacı Menasseh ben Israel, Yahudi halkının İngiltere'ye geri kabulü için Cromwell'e çağrıda bulundu. Konunun görüşülmesi için 4 Aralık 1655'te Whitehall'da geniş kapsamlı bir toplantı yapıldı. Cromwell başlangıçta direnişle karşılaşsa da 1656'da devlet yönetimindekilerce desteklenen sözlü bir bildiriyle Yahudilerin adaya gelmelerine izin verdi.
Burada bir parantez açmakta fayda var. Yahudilerin İngiltere’den sürgün edildikleri dönemde Londra ve Bristol’da Marranolar adı verilen az sayıda Yahudi tüccar vardı. Kendilerini Hıristiyan ya da yeni din değiştirmiş Hıristiyanlar olarak tanıtıyor Yahudiliği gizlice uyguluyorlardı. Bu insanlar Hıristiyan geleneklerini dıştan gözlemleyip inançlarını kamuya göstermekten kaçınarak, başkalarının olumsuz ilgisinden büyük ölçüde korundular. Londra'nın bir ticaret merkezi olarak önemi giderek artarken, Yahudi cemaatinin sayısı da arttı. Bu çekirdek Yahudi cemaati yasağın kalmasının ardından yeni gelen Yahudiler için bir tutunma yeri oldu.
Cromwell’in izniyle İngiltere’ye dönen Yahudiler adayı kahve ile buluşturdu. İngiltere’deki ilk kahvehane olan Angel Coaching Inn, Osmanlı’dan göç eden Jacob adında bir Yahudi tarafından 1650’de Oxford'da kuruldu. 1654’te Suriye’den gelen Cirques Jobson adlı bir başka Yahudi yaklaşık yüz metre ötede Queens Lane Kahve Evi’ni kurdu. Bu ilk kahvehaneler, erkeklerin çeşitli konularda fikir alışverişinde bulunabilecekleri moda mekanlar haline gelerek çevrelerinde belli bir kültürün oluşmasını sağlamaya başladılar. Günlük gazetelerin parasız okunabildiği, uzun saatler boyunca okumanın ve sohbet etmenin mümkün olduğu kahvehanelere girişte 1 penny verildiği için halk arasında bu mekanlara ‘Penny Üniversiteleri’ denilmeye başlandı. Böylece Oxford’da eğitim öğretim hem şehrin köklü üniversitesinde hem de bu kahvehanelerde yapılır oldu. Kısa süre sonra ‘Koşucu’ adı verilen muhabirler ortaya çıktı. Birer ayaklı gazete gibi kahvehaneleri dolaşarak son haberleri halka duyurmaya başladılar. Kahvehanede olmak yalnızca kahveye değil, bilgiye ve habere ulaşmayı da sağlıyordu. Giriş ücreti çok düşük olduğundan, herkes kahvehanelere rahatlıkla gidebiliyordu. Kahvehaneler kısa sürede eşitlik ve özgürlüğün mekanları halini alarak monarşi için tehdit oluşturmaya başlayınca 1675'te Kral II.Charles kahvelerin yasaklanmasını düşünse de halktan gelecek tepkiyi göze alamadığı için uygulamaya koyamadı. Yahudiler 366 yıl boyunca yasaklı oldukları İngiltere topraklarına beraberlerinde getirdikleri mis gibi kahve kokularıyla birlikte geri döndüler.
Brian Cowan, The Social Life of Coffee – The Emergence of the British Coffehouse, Yale University Press
https://museumofoxford.org/how-the-jewish-community-of-oxford-brought-coffee-to-england