Geçen mevsimin en iyi oyunları-II

Bu yıl iki uluslararası festivalin de ilginç ve heyecan verici ortak bir paydası vardı: hikâyelerin ve duyguların sadece sözcük ve mimiklerle değil, salt bedenlerle anlatılabileceğinin tanığı olan dans tiyatrosunun öne çıkan yapıtlarını izleyebildik. En iyi yabancı yapımları anımsamaya devam ediyoruz.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
3 Temmuz 2024 Çarşamba

‘Gilgamesh / Gılgamış’

Flaman Kraliyet Tiyatrosu ve kurduğu Belçika merkezli Platform 0900 yönetmenlerinden, bilinen metinleri farklı bir sahne tasarımı ve estetiğiyle ele alarak sahnede büyüleyici bir dünya yaratan Mesut Arslan, bu kez insanlık tarihinin en eski efsanesini, Gılgamış Destanını kendi tarzında yeniden anlatıyor.

Günümüzün iki insanı birer pleksiglas kutunun içinde, öyküyü kendi dinleyicilerine, tanık oldukları biçimiyle ellerindeki telefonlarla anlatırken, seyirciler naylon örtülerle Uruk kentine dönüşmüş bomboş oyun alanında oyuncularla birlikte gezerek, kimi zaman onlarla bire bir iletişim kurarak, Flamanca metnin Türkçesini duvarlardan okuyarak, hikâyeye eşlik ediyorlar.

Arslan’ın insanlığın ölümsüzlük arayışının değil, ölümlü olduğunu anlama, faniliğini kabul etme öyküsü olarak yönettiği oyunda Gılgamış, diğer yarısı, dostu, kardeşi, sırdaşı Enkidu’yu kaybettiğinde, kendi ölümlülüğünün farkına vararak, sonsuz hayat peşinde uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkıyor. Ölümsüz Utnapiştim’e ulaştığındaysa yaşamın ancak ölümle barışırsak değer kazanacağını öğreniyor.

Stan Wannet’in yarattığı büyülü dünyada, Layla Önlen (Enkidu) ve Daphne Agten, (Gılgamış) etkileyici performanslarıyla ‘Gılgamış’ı görsel işitsel bir şölene dönüştürüyorlar. Çok sayıda çarpıcı sahne arasında, bir büyük naylon ile Fırat Nehrinin var edilmesi ve Enkidu’nun ölümünde iki oyuncunun kutunun içinde birbirine sarıldığı unutulmaz bölümler var.

Tanrıçaların bile reddedildiklerinde babalarından medet umdukları aşırı eril öyküde, kişileri iki kadının canlandırmasına gelince, dişi Enkidu’nun Gılgamış-Enkidu ilişkisinin homoerotik boyutuna gönderme olabileceğini, ikiliyi kadınlara oynatarak eril ilişkiye dişil boyut getirmenin amaçlandığını tahmin etsem de sahnelemede bunu bulabilmiş değilim. Yine de ayrıksı bir sanatçıdan farklı bir çalışma olduğu kanısındayım.

‘Jogging’

Şii Müslüman bir ailenin kızı olarak 1958’de Beyrut’ta doğan ünlü Lübnanlı performans sanatçısı Hanane Hajj Ali’nin ‘Jogging’ adlı tek kişilik gösterisini İO Uluslararası Tiyatro Festivalinde izledik.

Çok yönlü, yaratıcı sanatçı, tiyatro ve sinema yazarı, yönetmen, oyuncu, eğitmen, kişisel ve toplumsal riskler almaktan, tabuları yıkmaktan çekinmeyen bir eş, anne ve feminist bir aktivist olan Hajj Ali, her gün stresten, depresyondan, kemik erimesinden korunmak amacıyla Beyrut sokaklarında yaptığı gibi, oyununa koşarak başlar.

‘Jogging’ sırasında seyirciyle paylaşımları, giderek sağlık amaçlı bir idmandan, en mahrem duygu ve korkularının derinlerine indiği, hem yöreyi kasıp kavuran anlamsız savaşların devam etmesine, hem de içinde yaşadığı, çok dilli, dinli, mezhepli, kültürlü, ama hep erkek egemen toplumda kadının yok ya da ikincil sayılmasına fiili bir başkaldırıya dönüşür.

Kimi zaman trajik, kimi zaman komik, zaman zaman karanlık gösterisinde Hajj Ali takıntı hâline getirdiği Medea karakterinin çeşitlemeleri olan birbirinden çok farklı, dört Lübnanlı kadının kimliğine bürünerek, izleyiciyi onların düşlerinde, arzularında, umutlarında yolculuğa çıkarır. Bu tutkulu, lirik, hem neşeli hem trajik olağanüstü gösteride acıları ve çekilenleri yansıtırken, geleceğe özgürleştirici ve umutlu bakışını da duyumsatır.

‘Café Müller’

20. yüzyılda devrimci bir yaklaşımla dansı yeniden tanımlayan ve dans tiyatrosunun bir tür olarak kabul görmesini sağlayan Pina Bausch’un (1940-2009), yoğun bir insancıllıkla işlenmiş, hâlâ tüm dünyada izleyicileri derinden etkileyen eserlerini repertuvarında koruyan, mirasını büyük bir adanmışlık, dikkat ve enerjiyle yaşatan Tanztheater Wuppertal, bu yıl İKSV Festivali’nin açılışını güncel kadrosu ve ilk günkü çarpıcılığıyla Pina’nın ilk başyapıtı ‘Café Müller’ ile yaptı.

Çocukluğunun savaş sonrası Almanya’sında ailesinin işlettiği Café Müller’de saatlerce oturup yıkılmış bir toplumda yaşam mücadelesi veren bireyleri izleyen Pina Bausch, insan ruhunu okumadaki ustalığıyla bu deneyimlerinden 1978’de dans tarihinin dönüm noktası ‘Café Müller’in koreografisini yapmış ve performansa dansçı olarak katılmıştı. Oluşturduğu koreografik ve teatral dil, anlatıyı öyküsel olmaktan çıkarmış, gözlemlerden, anılardan, düşlerden, bir kentin hissettirdiklerinden ya da herhangi bir duygudan yola çıkan anekdotlardan oluşturmuştu. ‘Café Müller’de boşluk, üzüntü, beceriksizlik, korku, anlaşılma arzusu, yalnızlık da vardır, aşka dair umut da vardır. Gözleri kapalı dans eden karakterler, masalar arasında körlemesine dolanır, sandalyelere takılıp duvarlara çarparken belki de sadece birbirlerini bulmaya çalışırlar. 

İlk kez canlı olarak izlediğim ‘Café Müller’in genç oyuncuları tutkulu yorumlarıyla büyük yaratıcısının dehasını başarıyla yansıtmışlardı.   

 ‘Soirée’

Fransız yazar, filozof Jean-Paul Sartre, ‘Huis Clos / Gizli Oturum’ oyununda yeni ölmüş, sonsuza dek çıkmamak üzere bomboş bir odaya kapatılmış üç kişinin iletişim ve iletişimsizlikleri üzerinden, cehennemin ötekiler olduğunu söyler. Herkesin kendisinin özne, başkalarının nesne olduğu bir algı âleminde yaşadığı savıyla, insanın kendisine başkalarının gözünden bakmak zorunda bırakıldığı böyle bir tutsaklıkta, asıl cehennemin toplumun bireyi baskılaması ve şekillendirmesi olduğunu belirtir.

İO Festivali sezonu, prestijli çağdaş dans ödülleri sahibi, Macaristan’ın önde gelen gruplarından Yvette Bozsik Dans Topluluğu’nun ilk kez 1993’te ‘Huis Clos’dan esinlenerek sahnelediği, topluluğun 30. yıldönümü için tekrar hayata geçirdiği dans tiyatrosu ‘Soirée’ ile kapadı.

Dansı ve tiyatroyu ustalıkla iç içe geçiren bu kışkırtıcı çalışmada iki sosyetik kadın ve bir baştan çıkarıcı erkek, parti amacıyla bir banliyö otelinin odasında bir araya gelirler. İlişkiler kuruldukça ve bozuldukça odanın cehennemin ta kendisi olduğu, üçlünün sonsuza dek saplantılarıyla ve birbirleriyle birlikte kapana kısıldıkları fark edilir.

Hemen belirteyim, ‘Soirée’ Sartre’ın oyununun dans tiyatrosuna uyarlanmış yorumu değil, ‘Huis Clos’dan esinlenerek, devamlı ruhsal ve bedensel iletişimde olan, birbirinden ve ortak ortamlarından ayrılamayan bireylerin nasıl birbirlerinin cehennemini var ettiklerini dans aracılığıyla ele alan özgün bir çalışma. Bu bağlamda, benim gibi Sartre’ın felsefesini ve tiyatro anlayışını bilenlerin keyifle etkileyici bağlantılar kurdukları, özgün metni bilmeyenlerinse, üç kişinin kapana kısılmışlığını ve birbirlerinin şeytanına dönmelerini heyecanla izledikleri ilginç ve etkileyici bir dans tiyatrosu örneği.

Usta işi koreografiyi, başta yıllar sonra ‘Soirée’ için sahneye dönen Yvette Bozsik ile ekibin kurucularından Tamás Vati’nin ve genç dansçı Samantha Kettle’in müthiş başarılı yorumlarını da unutmayalım.

‘Bankta / Benched’

Uppercut Dans Tiyatrosu, konsepti ve koreografisi Stephanie Thomasen’e ait, dansçılarının müthiş bir müzikalite, fiziksellik ve etkileşimle izleyicileri zapt edilemez enerjilerine ortak ettikleri ‘Benched / Bankta’ ile İKSV Festivali’ne konuk oldu.

Çağdaş dansla hiphop kültürünü ve tiyatroyu birleştiren dinamik performanslarıyla Danimarka dans sahnesine tümüyle farklı bir boyut katan topluluk, beş dansçı ile üç uzun siyah bankın başrolünde olduğu heyecan verici gösterisinde, insan ilişkileri ve insanın hayattaki yerini bulabilmesine dair dürüst, çok katmanlı bir öykü anlatıyor.

Çağdaş dansı sokak danslarıyla harmanlarken bankları da farklı hayat hikâyelerinin buluştuğu bir mekâna dönüştürüyor ve ortaya uzamı, dengeyi ve teatralliği tüm derinliğiyle kullanan yaratıcı ve nükteli bir performans çıkıyor.

“Bankta durulup oturmak, karşı durmak, yerini bilmek, kenarda kalmak hakkında; alabilmek, yaratabilmek, rahat bırakabilmek ve tüm bunları tercihen bankın ta kenarına gelmeden önce yapabilmek hakkında. Bankta aramızdaki bariyerler ve farklılıklar ortadan kalkıyor, bir araya geliyor ve iletişim kuruyoruz. Bu bankta hepimize yer var, er ya da geç hepimiz burada yerimizi alacağız.”

İKSV İstanbul Festivalinde çok sayıda ilginç yerli oyun da ilk kez seyirci karşısına çıkma olasılığını buldu. Gelecek yazımda en beğendiklerimden söz edeceğim.                    

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün