Odanın sağ köşesinde bir radyo. Dikdörtgen biçimli, ahşap kaplı. Üstünde dünyanın çeşitli kentleri ve eskilerin çok iyi bildiği, istasyonlara geldiğinde oranın radyo yayınına ulaşan fosforlu kırmızıçizgi. Solunda iri beyaz bir düğme. İstasyon ayarları oradan yapılıyor. Sağ tarafta nispeten küçük üç düğme. Düğmeler eskimiş. Dokunulan radyodan bakılan radyoya geçeli uzun bir zaman geçtiği için üzerindeki el izleri eskilere ait olmalı. Yine de uzun yıllar düğmeleri açan, çeviren eller üstündeki plastiği yıpratmış. Eşyanın eskimesinde insanı çeken bir hüzün var. Zamana ait her işaret yaşayan canlının hikâyesinde çeşitli hallere tekabül ediyor. Eşya ve insan zamanda buluşuyor. Görmeniz, kullanmanız, dokunmanız gerekmez, onun eskiliğinde her insanın geçmişine ait bir tını, bir hal, bir ince sızı, puslu havanın ardında az çok fark edilen güneş ışığı gibi tuhaf bir sevinç oluyor.
Radyonun önünde basılan beş tuş. Radyo yayını bantlarına ait. Henüz FM çıkmamış. O daha sonra gelecek. 90’lı yıllar radyoculuğun ve FM yayınlarının parladığı yıllar olmuştu. Bu tür radyoların pabucu önce televizyonla balkona, sonra FM yayınlarıyla dama atılmış olmalı.
Hoparlörün varlığı yüzündeki delikli sarı kaplamanın ortasındaki grilikte belli oluyor. Radyonun arkasında, kontrplakın güneşle gerginleşip kıvrılan aralığından lambalar görülüyor. Tozlanmış. Hikâye malum, her küçük çocuk radyo açıldığında büyülenmiş bir şekilde yavaş yavaş kızaran lambaları takip etmiş ve nihayet derinden gelen insan sesinin sahibini o küçük lambaların içine saklanmış cücelerde aramıştır. Ben de aramıştım. Göremiyordum ama oradaydılar, başka nasıl olabilirdi ki? Lambaların içine saklanmış cücelerin yemeden içmeden sırf bizleri eğlendirmek için hazırda beklemesi, radyonun açıldığını görüp üstlerine düşeni yapmaları bana şaşırtıcı gelirdi. Bu fedakârlığa karşı acaba radyo sahiplerine düşen herhangi bir görev var mıydı? Arada bir lokma ekmek, ya da bir yüksük su isterler miydi? Ya da onlar geceleri biz uyuduğumuzda sessizce arkadan çıkıp evin içinde dolaşarak ihtiyaçlarını karşılayan insanlar mıydı? Ne zaman gecenin ilerlemiş saatlerinde uyansam tuhaf bir tedirginlik, korku ve merakla karanlığın derinliğinde bir hayalet gibi koşuşturan, bu dünyalı bizlere görünmemek için saklanan o cüceleri aradım.
Radyoyu üreten firmanın ismini “çağdaş bir teknoloji olan” internet ile google’da aradım. Tahmin ettiğim gibi Alman teknolojisi. Prusya disiplini, sistematiği, en iyisi olma iddiası bu radyoda da mevcut olmalı. O firma artık radyo üretmiyor, daha güncel teknolojilere yönelmiş. Biraz araştırınca evlerde kullanılan değil ama müzelik değer kazanmaya başlamış benzeri radyo satışları olduğunu gördüm. Demek ki birileri alıyor, eski günlerin solgun bir anısı olarak bir köşeye koyuyor. Acaba üstüne de ortası el işlemeli, kenarları ince beyaz dantelli ketenden koyuyorlar mıdır? Bizim evde öyleydi. Misafir odasında dururdu. Radyo öyle her zaman açılmazdı. Ne de olsa bozulur ve tamiri hayli masraflıdır. Küçüklerin radyoyu açmak gibi bir ‘suç’ işlemesindeki çekiciliğe dayanamayan çok çocuk olmalı. Ben de sık sık bu suçu işledim, tıpkı açıl susam açıl demek gibi düğmeyi çevirdiğimde o küçük çocuğun iradesine boyun eğen spikerin sesini, türküleri dinlemekten haz aldım.
Bu radyo 1960 yapımı gibi. Demek ki 60 ihtilalinin bildirisi bu radyodan duyuldu. Kimler dinledi acaba ve radyoya bakarak neler düşündüler? Yaklaşık kırk yıl diyelim, bu süre içinde düğmeleri zamanla daha az açılsa da kuşaklar hangi dikkat ile haberleri takip ettiler, gözlerini radyonun fosforlu kadranına dikerek neler hayal ettiler?
Küçükken bayram sabahlarının hüzne karışmış sevincinde, kahvaltıdan sonra Mustafa Kandıralı ve arkadaşları oyun havaları çalardı. Radyonun yanına uzanır, gözlerimi kapar ve kendimi müziğin kanatlarında uzaklara giderken hayal ederdim. Yaşadığımız küçük kasabada yollar sanki kasabanın sınırlarına geldiğinde kendi içine kapanır gibi olurdu. Sosyal şartlar daha öteye, uzağa, en uzağa gitme arzusunu imkânsızlığında boğarken, mahkûm olunan gerçeklikten kaçışın araçlarından biri işte bu radyo, radyoda yayınlanan türküler, oyun havaları olurdu. Radyonun arkasındaki lambaların küçük bir nokta gibi olan kırmızı ışıkları başka hayatların da olabilirliğinin deniz fenerleri gibiydi. Eğer kasabanın yolları uzaklara gitmiyorsa, işte bu radyonun arkasındaki lambalar uzakların gerçek olduğuna dair bir işaret olarak hemen yanı başımdaydı, dokunabilir ve iman edebilirdim, evet evet mümkündü.
Odanın sağ köşesinde duran o radyonun üstüne sarımsı bir kış güneşi düşüyor. Radyoya bakıyor ve düşünüyorum, acaba o çocuk bugün kendini kasabanın ötesine, kentlere, metropollere ve daha da ötelerine ulaşmış hissediyor mu? Burada eski zamanlardan kalma bir radyo, çocukluğun bir anısı gibi yıllara şahitlik ederken, tüm çağrışımlarının müziğinde o çocuğun kulakları neler duyuyor?
Odanın sağ köşesinde eski bir radyo... Zamanın da eskiyebileceğine bir işaret, anıların soluk gölgelerine bir gönderme, insanlığın yeryüzündeki hikâyesinde gerçekleşmemiş nice arzunun, hayalin, isteğin, fantazyanın arasında radyoya el uzatmış her bir kuşak insanının arzularının da orada, geçmişte, üstü tozlanmış bir şekilde durduğunun bir kanıtı olarak öylece bekliyor. Gece oluyor, gündüz oluyor, iklimler değişiyor, o radyo da tıpkı kendisine dokunan çocuklar gibi damıttığı bilgeliğin derin sessizliğinde geçmişin anılarına sarınmış olarak duruyor. İnsanoğlunun hayatına eşlik etmiş her eşya kendisine dikkatle bakanlara konuşur, soylu ve vakur duruşlarında kayıtlı bir dille içlerine kelimelerin muğlak dokunuşlarından bir sızı bırakır. Tuşları çalışmayan, istasyon ibresi dönmeyen, düğmesini çevirsen bile ışıkları yanmayan, lambaları kızarmayan bir radyo ölüdür diye kim düşünebilir? Onlar, biz radyo kuşağı insanları yaşadıkça içimizdeki nice radyo ile radyo anıları ile hoparlörden yükselen eski zamanlara ait bir oyun havası, bir türkü, anılarda kalmış bir ses tonu ile kulaklarımızda yankı yaratmaya devam edecekler…