Levent Taşkıran/Köln
Almanya'da artan Yahudi düşmanlığının özellikle Müslüman kitlede artması endişe verici. Bu konuda Müslümanlar için Yahudilerden nefret etmek gibi kaderi ya da dini bir görev olmadığını Almanya'nın bine yakın cami ile en büyük dini kurumu olan DİTİB'in eski yöneticisi ve şuanda yazarlık yapan Murat Kayman İsviçre'nin ünlü 'Neue Züricher Zeitung' da 05.07.2024 tarihli makalesinde dile getiriyor.
Haberin altbaşlığında ise Almanya'daki Müslüman sözcüler kendi içlerindeki antisemitizmle ilgilenmemeyi tercih ettiklerini, bunun yerine Sosyal Demokrat Parti SPD de müsteşarlık yapmış olan Sawsan Chebli gibi politikacılar Filistinlilere karşı empati eksikliğinden şikayet ediliyor ve bunu yaparken de toplumsal bölünmeye katkıda bulundukları belirtiliyor.
Makalede 7 Ekim'den bu yana Almanya'daki Müslüman nüfus içinde bir sorun olduğu belirtiliyor. Kitlesel katliamların "meşru direniş" olarak gerekçelendirilmesi olduğu belirtilen makalede, Yahudilerin ölmesinden duyulan sevinç gösterilerinde Yahudi imhası karşıtı fantezilerin alenen dile getirilmesi ve Alman Yahudilerinin güvenlik ihtiyaçlarına kayıtsız kalınması konusu ele alınıyor.
Katliamı takip eden aylarda, Müslümanlar ve Yahudiler arasında barış içinde bir arada yaşamanın mümkün olduğu gösterilebilirdi. Aynı zamanda Müslümanlar, antisemitizmle suçlanmadan İsrail hükümetinin politikalarını eleştirmenin mümkün olduğunu gösterebilirlerdi. Bu fırsat 7 Ekim'den sonraki ilk birkaç gün içinde heba edildi.
HAMAS'IN MEŞRU MÜCADELE ETME İDDİASI
Makalede DİTİB-Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, İGMG İslam Toplumu Milli Görüş (eski adıyla Milli Görüş) İGMG ve sözde Müslümanlar Merkez Konseyi de dahil olmak üzere en büyük Müslüman çatı örgütlerinin önde gelen temsilcileri Hamas'ı terörist bir örgüt olarak nitelendirmekten kasıtlı olarak kaçınıldığına vurgu yapılıyor. Kayman, bunu daha önceki yıllarda olduğu gibi bu kurumların bir kez daha çifte standart stratejisi uygulamayı tercih ettiklerini iddia ediyor.
Kayman sözlerini şu şekilde sürdürüyor: "Dışarıya karşı, Müslümanlar arasında antisemitizm olmadığını vurguluyorlar. İçeride ise Yahudilere ve İsrail devletine yönelik nefretin Müslüman topluluklar arasında yaygın olduğunun farkındalar. Antisemitizmin, tüm klişeleriyle birlikte, "Yahudi" hakkındaki normal "bilginin" bir parçası olduğunu biliyorlar. Bu nedenle 7 Ekim'deki vahşeti terör eylemi olarak kınarken, Hamas'ı terörist bir örgüt olarak tanımlamaktan kaçınıyorlar.
İslami örgütler bunu yaparak gayrimüslim toplumun sosyal beklentilerini yerine getirmiş oluyorlar. Kendi içlerinde ise başka bir şeye işaret ediyorlar: Müslümanlar arasında Hamas'ın meşru bir mücadele yürüttüğüne dair yaygın kanaati teyit ediyorlar.
Bu anlayışa göre Hamas, Kudüs'teki kutsal mekanları kurtarmak isteyen ve bunu yapmak için bazen zalimce yollara başvurmak zorunda kalan dindar savaşçılardan oluşan bir ordudur, çünkü Yahudi düşmanın kendisi bu zalimliğe neden olmakta ve nihayetinde bunu hak etmektedir."
Kayman ayrıca bu islami kuruluşların antisemitizm hakkında konuşmaktan ikircikli davranarak kaçındıklarını bildiriyor makalede. Kayman, "Bu ikili iletişim Müslüman sivil toplum içinde de gözlemlenebilir. Berlin'deki Humboldt Üniversitesi'nin Müslüman bir çalışanı, İsrail ile alenen dayanışma gösteren Müslümanları Alman vicdanını rahatlatan" "ev tavşanları" olarak nitelendirmiştir. Bugüne kadar üniversite yönetimi tarafından bu tür raydan çıkmalarla ilgili eleştirel bir değerlendirme yapılmamıştır.
Bunun yerine, eleştirel Müslümanlar akademisyenler tarafından, örneğin dini aidiyetlerini ters virgülle yazarak dışlanıyor - daha önce aşırılık yanlısı çevrelerde daha yaygın olan bir gayrimeşrulaştırma uygulaması. Müslümanların özeleştiri yapması hoş karşılanmıyor.
Federal politikacılara danışmanlık yapan siyasi hırslı Müslümanlar kendilerini dış dünyaya İslami antisemitizme karşı sorun bilinçli savaşçılar olarak sunuyorlar - ancak daha sonra sadece Müslüman forumlarında Müslümanlar arasındaki antisemitizmi ırkçı bir "medya icadı" olarak reddediyorlar. Ya da Alman İslam Konferansı'nda oturup Müslümanlar arasındaki antisemitizmin değil, Müslüman karşıtı ırkçılığın tartışılmasını talep ediyorlar.
Evet, antisemitizmi Müslüman karşıtı bir argüman olarak araçsallaştıran toplumsal güçler var. Ancak bu, Müslümanlar arasında antisemitizmin var olmadığı ya da bu nedenle tematikleştirilmesinden kaçınılması gerektiği anlamına gelmez.
Müslümanların reddedilmesi de kendi kendini besliyor. Müslümanlar için, Filistinlilerle dayanışmak için bile olsa, Yahudilerden nefret etmek gibi kaderî ve hatta dinî bir görev yoktur. Tüm bunlar 7 Ekim'den sonra gösterilebilirdi - bu dostluk isteğinin dini bir görev olarak anlaşılması da dahil. Bu da Filistinlilerle dayanışmayı ve onların kendilerine ait bir devlet kurma arzularını güçlendirebilirdi.
Bunun yerine, Müslüman nüfusun geniş kesimleri nefret ve şiddeti meşrulaştırmayı dayanışma olarak görüyor. Dahası, bunu sorgulayan tüm Müslümanların Müslüman topluluğuna üyeliğinin reddedilmesine karar verilmiştir. Bu durum Almanya'daki Müslümanlar için manevi ve sosyal açıdan bir dip noktasıdır; zira "en iyi topluluk" olma iddiaları artık kimseye inandırıcı gelmemektedir. İnsanlar Orta Doğu'daki çatışmalar konusunda Müslümanların tek bir doğru pozisyonu varmış gibi davrandıkça, bu topluluğun tehditkâr bir topluluk olduğu görüşü daha hızlı yayılacaktır.
Bu, Müslüman karşıtı ırkçılık tartışmalarında sıklıkla formüle edildiği gibi bir kurban-fail karşıtlığı değildir. Müslümanların toplum tarafından giderek daha fazla reddedilmesi, sözcülerinin kamuoyundaki imajıyla da ilgilidir" olarak açıklıyor.
Makalede eski SPD Federal Milletvekilliği yapan Sawsan Chebli'nin Alman kimliğini de sorguladığı belirtiliyor. Makale şu sözlere tammanlanıyor; "Müslümanların iç sorunlarının kamuoyu önünde ele alınmasına yönelik artan isteksizlik de bu gelişmeye katkıda bulunmaktadır. Müslümanların özeleştiri yapmasının Müslüman karşıtı ırkçılığa katkıda bulunduğu yönündeki itiraz yanlıştır. Tam tersi bir durum söz konusudur: sorunların kendine güvenen, özeleştirel bir şekilde ele alınması Müslüman olmayan topluma olumlu bir değişim süreci olduğunu gösterecektir.
Bu tartışma yapılmazsa, bu sorunların Müslümanların kendi inanç anlayışlarından kaynaklandığı ve bu nedenle değiştirilemez olduğu inancı yerleşir. Sıkâyetlerin inkâri ve bastırılması, Müslümanların sözde homojen bir kolektif olarak reddedilmesini teşvik eder.
Müslümanların bu gelişmelere verdiği tepkiler, şu anda farklı bir arada yaşamı teşvik etmekten ziyade toplumsal bölünmeleri derinleştirecek gibi görünüyor. Derviş Hizarcı gibi kamuoyuna mal olmuş Müslüman şahsiyetler, bu yaz tatillerini yarıda kesip yurt dışında güvenli sığınaklar aramak zorunda kalacaklarına dair tweet'ler atıyorlar. Bavullarını her zaman hazır tutmalılar çünkü Avrupa'nın demokratik geleceği sona erdi.
SPD'li siyasetçi Sawsan Chebli gibi diğer önde gelen Müslüman sesler de Alman kimliklerini açıkça sorguluyor. "Tageszeitung" gazetesine verdiği bir mülakatta Chebli, Alman kamuoyunu bombalanan Gazze'deki Filistinlilerin çektiği acılara empati duymamakla suçluyor. Bu durumun kendi Almanlık imajında çizikler ve derin yaralar açtığını söylüyor. Kendini Alman hissetmenin zor olduğunu söyledi. Röportajın başlığı şuydu: "Gururlu bir Alman'dim".
Bu tutum iki açıdan önemlidir. Kişinin kendi avantajı, kendi geçerlilik iddiası ve kendi görüşü sınırlar ve çelişkilerle karşılaştığı anda, ülke ile özdeşleşme sona erer. Bu aynı zamanda kamu yararı için çalışma arzusunu da aniden sona erdirir. Bunlar siyaseten hırslı insanlar için olabilecek en kötü alametlerdir. Ve daha da önemlisi, 7 Ekim Chebli'nin Müslüman bir kadın olarak kendi imajını değiştirmek için hiçbir şey yapmadı.
Göze çarpan ikinci husus, kişinin kendi eylemlerinin etkisinin farkına varmamasıdır. Filistinlilerin çektiği acıların tanınmadığı ve Gazze'deki ölü ve yaralılarla empati kurulmadığı çifte standartlar kınanmaktadır. Bu durum Müslümanlar arasında güven kaybına yol açıyor ve Müslümanlar hayal kırıklığı içinde Alman toplumundan uzaklaşıyor.
Ancak çifte standart ve empati yoksunluğu suçlamaları birçok Müslüman temsilciye geri dönüyor. Acaba 7 Ekim'in erken saatlerinde Müslümanların Yahudilere yönelik bir katliamı kutlamak için "Günaydın!" demekten ve şeker dağıtmaktan mutlu olmalarının Müslümanlarla empati kurulmasına katkıda bulunacağına mı inanıyorlardı?
Müslümanların sözde temsilcileri, Gazze'deki savaşın sona erdirilmesi talebinin insanlığın, evrensel barış ve bir arada yaşama çabasının bir ifadesi olarak algılanmaması durumunda sadece kendilerini suçlayabilirler. Bu tür taleplerin, şiddetin geçici olarak sona ermesi için stratejik olarak motive edilmiş dilekler gibi görünmesine katkıda bulunmuşlardır, çünkü insanlar şu anda ağırlıklı olarak bu çatışmanın "yanlış tarafında" ölmektedir.
Yahudi ölümlerini gelecek için "meşru direniş" olarak meşrulaştıran, ancak Müslüman ölümlerinin "soykırım" olarak anlaşılmasını isteyen herkes, aklın ve barışçıllığın güvenilir bir sesi olarak görülmüyor. Ve haklı olarak dinlenmiyorlar. Bir toplumun hak ettiği temsilcilere sahip olduğu söylenir. Eğer bu doğruysa, Almanya'daki Müslüman toplumun geleceği kötü durumda demektir."
Kaynak: Neue Züricher Zeitung / 05.07.2024 / Yazar: Murat Kayman
link: https://www.nzz.ch/feuilleton/fuer-muslime-gibt-es-keine-schicksalhafte-oder-gar-religioese-pflicht-zum-judenhass-auch-nicht-aus-solidaritaet-mit-den-palaestinensern-ld.1837773