Ertesi sabah erkenden gara gittim. Peronda tüm ihtişamıyla duran beni götürecek THALYS trenini seyrettim. Çok güzel ve şık bir trendi. Yer ve mevkileri numaralı idi. Saat gelince kompartımana binip koltuğuma yerleştim. Tam belirtilen saatte hareket ettik. Trenin içi çok konforlu ve rahattı. Uçaktan daha rahat ve sessiz bir yolculuk oldu. Koltukları uçağın ‘first class’ koltukları kadar geniş. Önünüzde bir lambası da bulunan küçük bir masa, kompartımanların birisinde bilumum yiyecek ve içeceğin bulunduğu bir bar mevcut. Biraz etrafı seyrederek biraz trenin içinde gezinerek 1 saat 25 dakika nasıl geçti anlamdım.
Trenin en büyük avantajı havalimanları gibi şehrin dışında ve uzağında olmayışı. Neredeyse şehir merkezinde bırakıyor sizi. Hareket saatinden 1-2 saat önce gidilmiyor. Pasaport kontrol, polis kontrol, valiz bandı gibi şeylerle vakit kaybetmiyorsunuz. Büyük kolaylık ve rahatlık yakın mesafelere trenle gitmek.
Brüksel’e varış
Brüksel’in Gare de Sud’üne saat 10.25’te vardım. İlk işim şehir planını gösteren bir harita almak oldu. Gezginlik önsezilerimle gitmem gereken noktayı saptadım. Garın dışındaki toplu taşıma aracının en yaygını olan tramvay durağına gidip şehir merkezine kaç no.lu tramvayın gittiğini öğrendim. Bilet satan kişi 53 ve 56 no.lu tramvaylarım götürdüğünü söyledi. Hemen bilet aldım. Hem metroda hem tramvayda hem de otobüste aynı biletin geçtiğini ve her bir biletin makineden geçirdikten sonra bir saat geçerli olduğunu öğrendim. İlk gelen tramvaya binip Bourse durağında indim. Boulvard Anspach Center’in önündeydim. Tam karşımda Philips binası vardı. Sola sapıp Henri Mous Streat’in köşesindeki La Bourse binasının solundan yoluma devam ettim. Sokağı bitirdiğinizde St. Nikolas Kilisesi’ne çıkılıyor. Kalabalık bir ziyaretçi topluluğu ile karşılaştım, hemen onlara dahil olup kiliseyi gezdim. Birçok yerde gördüğüm katedraller içinde burası küçük kalıyordu. Ancak şirin ve tipik bir kiliseydi. Dışarı çıktığımda bir şey dikkatimi çekmişti. Eski ile yeni yan yana hiç de sırıtmıyor, çok da güzel durabiliyordu. Kilise eski tarihlerde yapılmış olmasına rağmen yanındaki binalar modern ve yeni binalarla güzel bir uyum içindeydi. Bu kıyaslamayı kafamda yaparken kendimi varmak istediğim meydanda yani Grand Platz’da buldum. Burada eski Belçika mimarisinin tüm özelliklerini görebilme olanağınız var. Her bir bina sanat eseri gibi.
Hiç zaman kaybetmeden önüme çıkan Tourist Information bürosuna gidip nasıl gezebileceğimi, nereleri görebileceğime dair bilgileri aldım. Çok az zamanım vardı. Hızlı ve daha çok yer görebilme şansına ancak bir şehir turu olarak sahip olabilecektim. Hemen bu tür turlar düzenleyen ‘Sightseeing Tours-City Tours’a gittim. Meydanın hemen arkasında Rue de la Colline 8 adresine vardım. Saat 2’deki tura rezervasyon yaptırıp biletimi aldım.
Belçikalılar kibar ve sakin
Tur saatine kadar yemek yeme zamanım da vardı. Meydana paralel caddede bulunan Pans adlı çok çeşitli sandviç ve salataların satıldığı yeri tercih ettim. Sağlı sollu cafe restoranlarla doluydu. Ton balıklı sandviçle içeceğimi aldım. Serin ancak güneşli bir havada sokakta kurdukları masaların birine yerleştim. Bir taraftan yiyor, diğer taraftan insanları inceliyordum. Belçikalılar çok hoş görünümlü insanlar. Kibar, taşkınlıkları olmayan sakin, giyimleri düzgün insanlar. Biraz da sırası gelmişken halkını tarif etmeye tanıtmaya çalışayım. Bir kaç kanallı TV’leri olduğunu, hemen hemen hiç yok denecek kadar az cep telefonu kullandıklarını, Fransızca ve Flamanca lisanı konuştuklarını, 10 milyonluk nüfusun yüzde 10’u Müslüman olduğunu (bunlar da kuzey Afrika ve Türkiye’den gelme) ve yabancı halkın şehir merkezine yakın, yerli halkın ise şehrin kuzeyinde oturduklarını öğrendim. Eskiden kalma kraliyet sarayı ve yönetiminin sembolik olduğunu parlamento tarafından idare edildiği bilgisini aldım. Belçikalıların şarap ve biraya karşı düşkünlüğü var. İçkilerini içerlerken yüz ifadelerinden çok haz aldıklarını hissettim.
Şehir turu saatine kadar etrafı dolaşmaya karar verdim. Şehrin sembolü haline gelen Maneken Pis’i görmeye gittim. Buraya varıncaya kadar geçtiğim sokaklarda restoran, bar ve cafeler vardı. Birkaç dönercinin yanından geçerken kulağıma hiç de yabancı gelmeyen İbrahim Tatlıses’in şarkıları takıldı. Hemen yanaştım. ‘İyi günler’ demem bile yetti onlara; memleket özlemi çekenler beni soru yağmuruna tuttular. Ancak anladığım kadarı ile özlemleri dışında rahatları yerinde ve iyi para kazanıyorlar. Biraz da onların tarif ve yardımları ile işeyen çocuk Manken Pis’e vardım. Şanslıydım çünkü orda bulunduğum tarih işeyen çocuğun festivaliydi. Yerel kıyafetler giymiş insanlar, bira içip alınlarına portakal koyup danslar ediyor, şarkılar söylüyorlardı. Açıkça kocaman bir heykel, havuz, meydan hayal edip beklerken sokağın köşesinde 50 cm boyunda minik işeyen bir heykelcikle karşılaştım. Sadece festivalden dolayı olduğunu sanmıyorum, turist yönünden çok kalabalık bir şehir. Avrupa Topluluğu burayı başşehri ilan etmiş. Hediyelik eşya dükkânlarında Belçika ve Brüksel’e ait şeylerin dışında AT’ye bağlı tüm ülkelerin bayrak, hatıra eşyaları, vs. gibi objeler bulmak mümkün.
En meşhur yiyecek sembolleri çikolata
Diğer ülkelere oranla her taraftan fazla mağaza ve obje bulmak olası olduğu gibi insanları turiste çok sıcak ve yardımcı oluyor. Hediyelik eşya dükkanlarının yanında Belçika’nın en meşhur yiyecek sembolleri içinde çikolatanın olduğunu adım başı bulunan çikolata mağazalarından anladım. İsviçre’yi çikolata cenneti sanırdım. Meğer burasıymış. En meşhur markaları ise Godiva ve Leonidas. Özellikle bu mağazaların önünde kuyruklar oluşuyor. Bir de dantel diyarı diyebiliriz. Dünyaca meşhur fabrika ve el işi atölyeleri burada. Fırsat bulup tur esnasında bunu da gezdim ve gördüm. Burada yaşayan yabancılar ise gözlemlediğim kadarı ile her yerde olduğu gibi saldırgan ve agresif. Yolda bir iki bu tip olaya şahit oldum. Ancak Belçikalı yerli halk bunlara cevap vermiyor. Onlarla didişmiyorlar. Bir de şu dikkatimi çekti (işeyen çocuğa taktım bir kere) diğer memleketlerde birçok fastfood yerlerindeki tuvaletler parasız olmalarına karşın, işeyen çocuğun memleketinde ise paralı. Her tuvaletin kapısında bir görevli, her çıkandan birkaç Euro kesiyor. Biraz saçma geldi bu tutum. Neyse, yine de sempatik bir görüntüsü var Maneken Pis’in.
Brüksel’i gezmeye 2-3 gün gerekli
Saat 2’ye geliyordu. Şehir turuna katılmak için şirketin önüne geldim. Yaklaşık 30-40 kişi toplanmıştı. Rehber orta yaşta sevimli biriydi 4-5 lisanı çok mükemmel konuşuyordu, grubu lisanlara göre ayırıp turu başlattı. Önce yürüyerek Grand Platz’a getirdi ve bu meydanı binaları ve çevresini tanıtıp tarihçesini anlattı. Yürüyerek beş dakikalık bir mesafede bulunan otobüslere yöneldik, herkes koltuklarına kuruldu. Kulaklıkları taktık. Her geçilen yerin görülen tarihi ve özel binaların bilgilerini aldık. Kraliyet Sarayı ve bahçesi, Çin Pavyonu ve tam karşısında bulunan Japon kulesi görüntü itibariyle çok hoş. Vakit bulunursa bunlar ayrıca gezilmeli diye düşünüyorum. Bence Belçika’nın bilimin simgesi atom çekirdeği görüntüsündeki Atomyum uzaktan çok görkemli görünüyor. Tur rehberi de böyle düşünüyor olmalı ki önünde otobüsü park ettirip resim çekmemize izin erdi. 10-15 dakikalık bir moladan sonra tekrar tura devam ettik. Brüksel’in halen açık olan en büyük sinagogunu gösterdi, hakikatten dış görünüşü çok heybetli. Ne yazık ki fazla vaktim olmadığından duaya kalamadım. Tur sonunda Brüksel’in hiç de tahmin ettiğim gibi küçük olmadığını, yürüyerek kolay kolay gezip bitirilemeyeceğini, küçük ve sıradan bir şehir olmadığının kanaatine vardım. Buraya mutlaka birkaç gün ayırmak gerektiğini ve bu kadar kalabalık türistin burayı ziyaret etmesindeki haklı sebeplerini gözlerimle görmüş oldum. Tur almadan Atomyum, Çin, Japon ve Kraliyet Sarayları’na yürüyerek gitmeniz mümkün olmadığını beliteyim. Buraları ziyaret için mutlaka tramvay veya metro kullanılmalı. Grup turunu tamamlayıp tekrar Grand Platz önüne geldik. Öğlen yemek yerken oturduğum yerden, karşımda bir pasaj gibi bir yer gözüme ilişmişti buraya girmeliyim diye düşünmüştüm ve şimdi sırasıydı. Dönüş zamanıma kadar daha 2-3 saatim vardı. Bunu en iyi şekilde değerlendirmek istedim.
Adı Galeri Royales St Hubert olan pasajın içinde sağlı sollu mağazalar, kafeteryalar ve ara sokaklar var, bu ara sokakların birine girdim. Sokak balık restoranları ile dolu; adeta burası sanki balık cenneti. Deniz mahsulleri ile süslü vitrinler o kadar hoşuma gitti ki resimlerini çektim. Hem yorgunluğumu gidermek hem de notlarımı almak için Haagen-Dazs’da oturmayı tercih ettim. Çikolata cennetinde çikolatalı kup ısmarladım, çok lezzetliydi ve güzeldi. Etrafımdaki insanların şıklığı, sakin tavırları gerçekten görülmeye değerdi. Nasılsa vaktim vardı, o zaman tren istasyonuna yürüyerek gitmeye karar verdim. Cumartesi öğleden sonrasının kalabalığı, sokak çalgıcılarının şovları vaktin nasıl geçtiğinin farkına vardırmadı. Geç kalmamak için tekrar tramvaya binip gara gittim. Belçika’dan ayrılmadan her gittiğim ülkede yaptığım gibi buzdolabının kapısına takmak için magnetler ve meşhur Leonidas çikolatalarından aldım. Dönüş için tekrar peronda duran trene yöneldim ve kompartımana bindim. Huzurlu ve mutluydum, temin ettiğim broşür, harita ve kartvizitleri gözden geçirmek, turumun bilgilerini not defterime aktarmak için önümde duran masaya serdim. Yanımda da kimsenin olmaması daha rahat çalışmama ve koltukları da kullanmama yaradı.
Gidiş-geliş, şehir turu, yemek, ufak tefek hatıra eşya alışverişi cafe, dondurma 150 dolara mal olmuştu. Bana hak verdiniz mi? 150 dolara İstanbul’dan Belçika’ya gelemezsiniz. Dolayısı ile gittiğim ülkelere yakın destinasyonları aramamın, o şehirleri görmek için programlar yapmamın sebebini şimdi daha iyi anlamışsınızdır.
Gezginlik ruhu, uykusuz ve yorgun olmama rağmen bir yeri daha tanımanın heyecan, huzur ve mutluluğu ile zafer kazanmış bir general gibi otelime şarkılar mırıldanarak döndüm.
Bir Tutkudur Seyahat…