Geçen mevsimin en iyi oyunları - IV

Sıra geldi sezonda izlediğimiz yerli oyunların en iyilerine. Yine kişisel beğenime göre sıralıyorum.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
17 Temmuz 2024 Çarşamba
‘Treplev’

Çehov’un ‘Martı’sının sonunda, yazar olmak isteyen, döneminin tutucu ve kalıplaşmış bakış açısına karşı çıkarak yeni anlatı biçimleri araştıran genç Treplev, toplumun sanatçı karşısında ikiyüzlülüğüne, ailesinin vurdumduymazlığına, aşk ilişkilerinin çürümüşlüğüne dayanamayarak intihar eder.

Başak Kıvılcım Ertanoğlu ile Ümit Erlim, sezon sonlarına doğru prömiyer yapan, yılın en şaşırtıcı ve etkileyici sürprizi ‘Treplev’de, genç adamın intiharından hemen sonra başlattıkları öyküyü ölmüş ama ölü olmayan başkişisinin ağzından anlatıyorlardı.

Birlikte oluşturdukları metin, Çehov’un ünlü oyununun bir uyarlaması değil, 1895’te yazılmış ‘Martıya günümüzden bakan, özgün, parlak ve yaratıcı bir yeniden yazımdı.

Ertanoğlu’nun yönettiği ve Ümit Erlim’le birlikte oynadığı ‘Treplev’, Decollage Art Space’in üç ayrı katında oynanıyor, yapımcı, dekor, afiş tasarımcısı Melisa Zeynep Şahin’in yarattığı mekânlarda dolanan seyirci, bilincinde ve bilinçaltında çıktığı benzersiz yolculukta Treplev’e, eşlik ediyordu.

Ümit Erlim’in birkaç kez izleyicinin gözü önünde ölen Treplev’e her yeniden canlandığında karakterin düşünsel ve duygusal sorunlarını başarıyla yansıtan etkileyici dramatik yorumuyla, fiziksel tiyatronun sınırlarını tüm bedeniyle zorlayan bir performansı iç içe var edişi olağanüstüydü. Başak Kıvılcım Ertanoğlu, hem yönetmen, hem vicdan – tanrı, hem psikolog, hem anne, hem sevgili, hem Treplev’in bilinçaltı olabilen çok sayıda karakteri büyük inandırıcılıkla canlandırıyordu.

Mekânı oyunun bir karakterine, katılımcı izleyiciyi oyunun bir elemanına dönüştüren, özgün, heyecan verici, sahnelenmesi ve oyunculuklarıyla müthiş etkileyici bir çalışmaydı.

Ümit Erlim’in yorumuysa yılın en iyi oyunculuk performanslarından biri, belki de en iyisiydi.

‘Titus Kompleks’

 

Shakespeare’in aşırı zorbalık ve şiddet içeren ilk trajedisi ‘Titus Andronicus’, Romalı General Titus’la can düşmanı Gotlar Kraliçesi Tamora'nın karşılıklı intikam girişimlerine odaklanır. Finalde Tamora, Titus’un oğullarını öldürdükten sonra pişirip babalarına yedirir.

Oyun yazarı, avukat, romancı Olga Helen Bach’la, yazar, dramaturg Thomaspeter Goergen, ‘Titus Andronicus’un kurgusunu ve canavarca duygusunu, karakterleri buhranlara ve nümayişlere teslim olmuş absürt yüzyılımızın tam ortasında yeniden canlandırarak ele alırlar. Hırsızlığın, ihanetin, sapkınlığın, yamyamlığın hikâyesini, her şeyin vahşi kapitalizmin mezbahasında alınıp satıldığı müteahhitlerin ve sığır tüccarlarının dünyasında, günümüz diliyle anlatırlar. Özgün final yerine, ‘Titus Komplex’te, çağımızın acımasız iş dünyasıyla uyumlu daha da ürkünç biçemde, onca vahşet ve cinayetin ardından anlatıyı can düşmanların çıkar amaçlı ittifakıyla sonlandırırlar.

Berlin Kreuzberg doğumlu Ersan Mondtag, dekor ve kostüm tasarımlarını da üstlendiği ‘Titus Komplex’i, oyun alanının merkezine oturttuğu iki katlı, 360 derece döndürülebilen, dört duvarlı, içinde seyircinin göremeyeceği bölümler de olan üç boyutlu bir binada, görsel işitsel bir şölen olarak sahnelemişti.

Oyun, tuvalet, merdiven ve kasabın deposu dâhil binanın her tarafında geçiyor, dijital kameralar oyuncuları sürekli filme alarak, görüntüleri binanın üst ve yanlarındaki üç büyük ekrana yansıtıyordu. Bireysel mikrofonların konuşmaları nerdeyse kulağının içine soktuğu seyirci, oyunu hem mekânda, hem sinema parlaklığıyla canlı ve büyütülmüş olarak ekranda izlerken, kendini dışarıda değil binada, yaşananların ta içinde hissediyordu.

Oyuncu yönetimi kusursuz, ekip oyunculuğu dört dörtlüktü. Özellikle Didem Balçın’ın benzersiz Tamora’sı, Mert Fırat’ın usta işi Titus’u ve üç uzun tiradına getirdiği doğal yorum çok etkileyiciydi. Can Sipahi’nin canlandırdığı Lucius, oyunculuğu, beden dili ve şarkılarıyla olağanüstüydü.

‘Geçen Gün’

 

1990’ların başında kurdukları Kumpanya ile, hâlen İstanbul’da tiyatronun hasını yapmayı sürdüren tüm genç tiyatrocularının yolunu açan gerçek öncüler Kerem Kurdoğlu ile Naz Erayda, şehrin ve iki kişinin iç içe geçmiş çok sayıda, ama aslında hepsi aynı olan hikâyesi  ‘Geçen Gün’le tiyatronun bildik kalıplarını kırıyor, anlatımı farklı biçem ve katmanlarda aktarıyor, Esme Madra ile Ozan Çelik’in performansını şaşırtıcı bir müzik ve ses düzeniyle, dans tiyatrosuna yakın koreografik hareket tasarımıyla harmanlıyordu.

Kerem Kurdoğlu, yazdığı ve Naz Erayda ile birlikte yönettiği oyunda, ortak sahne tasarımcı Serkan Aka ile boş bir sahnede, ekibin devamlı yerlerini ve mesafelerini değiştirdiği iki metal merdiven ve iki ince uzun metal platformla, inişleri, çıkışları, yokuşları, genişleyen ve daralan yollarıyla İstanbul’u başarıyla var ediyordu. Oyunun önemli karakteri İstanbul’un, oyuncuları sarıp sarmalayan, alçalıp yükselen, kimi zaman nerdeyse sessizliğe dönüşse bile hiç susmayan sesini, arka planda yer alan ayrıksı Tophane Noise Band var ediyordu. Uygulayıcı yapımcı Çıplak Ayaklar Stüdyosu’ndan Maral Ceranoğlu ile Mihran Tomasyan’ın hareket tasarımı hem iki oyuncunun, hem başa çıkmaya çabaladıkları şehrin devinimlerini düzenliyor, girişte ‘master of ceremonies’ olarak sahneye gelen Tomasyan, ses ekibini de şehrin kalabalıklarına dönüştürüyordu.

Çok sağlam şiirsel metin, oyunculuk, dans ve sesten oluşan sıra dışı gösterinin en büyük gücü, farklı disiplinlerin kusursuz bir uyumla benzersiz bir bütünlüğe ulaşmasıydı.

Bu bağlamda yılın en önde gelen tiyatro olaylarından biri, hatta en önemlisiydi.

‘Kel Diva’

II. Dünya Savaşı’nda yıkılıp yakılan kentlerin, toplu kıyımların, milyonlarca ölümün ardından umutlarını yitirmiş insanlığın içine düştüğü anlamsızlığı, değişen değer yargılarını, yaşamın saçmalığını yansıtan absürt tiyatro akımı 1950’lerde, başta Fransa’da yaygınlık kazandı. Absürdü sözlük karşılığı anlamsız veya saçma olarak değil, absürt yaşamın, tekinsiz bir atmosferde, parçalanmış bir dil, saçma bir varoluş biçemiyle çarpıtılmış, yine de gerçekçi bir yansıması olarak algılamak gerekir.

Oyun Atölyesi sezona, absürt tiyatronun esas öncüsü Eugène Ionesco’nun, yazılışından 70 küsur yıl sonra hâlâ tazeliğini ve çarpıcılığını koruyan ünlü oyunu La cantatrice chauvela girmişti. Muharrem Özcan, Fransızca özgün ismine cuk oturan ‘Kel Diva’ adıyla yönettiği oyunda, ekranlardaki bilgisayar destekli konuşmalar, Bay Smith’in elindeki tablet, Martinlerin sürekli oynadıkları cep telefonlarıyla anakronik bir ‘uyumsuzluk’ yaratmış, absürdü güncelleştiren parlak ve çağcıl bir yorum getirmişti.

Kerem Çetinel’in savaşın yıkımını yansıtan dekor ve ışık tasarımı absürdün fiilen tarifi gibiydi; Makbule Mercan’ın 1930’ları anımsatan kostümleri nefisti; değişik yaş ve disiplinlerden gelmelerine karşın, keyif verdikleri kadar keyif alarak benzersiz bir uyumla kişileri yorumlayan Zuhal Olcay (Bayan Smith), Haluk Bilginer (Bay Smith), Özlem Zeynep Dinsel (Bayan Martin), Yiğit Özşener (Bay Martin), Gözde Kırgız (Hizmetçi Mary) ve Kıvanç Kılınç’tan (İtfaiyeci)  oluşan yıldız kadro tek kelimeyle olağanüstüydü. Hepsi eşit derecede iyiydiler ama, Kıvanç’ın itfaiyecisi sanki ‘biraz daha eşit’ti.

Benzersiz metnin dokunulmazlığı yerine, özüne sadık kalmasının yeğlendiği sahnelemede, herkesin durmaksızın konuşarak hiçbir şey anlatmadığı replikler kimi zaman aynen korunurken, kimi zaman da çağcıl absürde uydurulmaktan çekinilmemişti. Günümüze çok daha fazla yakışan farklı finaliyse, sanırım izleyebilseydi en çok Ionesco’nun hoşuna giderdi.

‘10 Adımda Unutmak’

Şahika Tekand’ın yazdığı, yönettiği, ışık tasarımını yaptığı, sahne ve kostüm tasarımlarını Esat Tekand’ın üstlendiği Studio Oyuncuları ve Freestage ortak yapımı ‘On Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)’ dünyaya müdahale etme yeteneğini terk ederek, umudu sistemin vadettiklerinden ibaret görmeye çalışan çağdaş insanın tragedyasını, ışık, ses, dekor gibi temel sahne elemanlarıyla oyuncular arasındaki zorlu mücadele aracılığıyla ifade eden olağanüstü bir çalışmaydı.

Cem Bender, Nedim Zakuto, Özgür Özkurt, Enes Demirkapı, Altay İçimsoy ve Bahattin Genç’in durmaksızın söyledikleri hem üst üste hem yan yana örülmüş simültane monologlar eşliğinde, bir var olma mücadelesine dönüşen dur durak bilmeyen devinimlerini nefes nefese, her sözcüğe, her harekete yetişmeye çalışarak izleyen seyirci, maddeten olmasa bile manen performansın aktif katılımcısına dönüşüyor ve giderek her anında kendisini bulmaya başlıyordu. Oyun alanında bir ‘survivor’ savaşına dönüşen düzeninin diğer cephesini, ışık ve komut masasından saldırıyı yöneten Verda Habif, Damla Ahkemoğlu ve Melis Avçil’in olağanüstü çalışması oluşturuyordu

Anlatılması zor, izlenmesi, katılınması müthiş heyecan verici benzersiz bir tiyatro olayı idi.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün