Yaşamın çekirdeğinde yaşamak

Biliriz ki, insanın kalbine hükmeden, onu olgunlaştıran, büyüten, anlam katan duygusu sevgidir. O, cesareti doğurur. Cesaret de hiç bilmediğimiz gizil güçlerimize doğru heyecanlı bir yolculuğa çıkarır bizi. Kendimizi tanırız. Hamide Gönen´in yaşama merakı ve sınır tanımaz kişiliği beni hep heyecanlandırmıştır. Sizlerle onu yeniden tanıştırmak istedim.

Tamara PUR Söyleşi
17 Temmuz 2024 Çarşamba

Sevgili Hamide, ‘Hiç sahip olmadığın bir şeyi istediğinde, hiç yapmadığın bir şeyi yapmak zorundasın’. Bu deyişi okuduğumda aklıma sen geldin. Bir yazar, matematikçi, bilgisayar programcısı, okutman-eleştirmen, görsel sanatlar eğitmeni ve şimdilerde zaferden zafere koşan bir atlet olarak bu sıçrayışların sendeki yansıması nedir?

İki günü birbirine benzeyen, ziyandadır!

Sanırım Japonların bu sözünü çok küçük yaştayken içselleştirmiştim. Aynı yoldan gidip gelmeyi bile istemezdim. Uzun, zahmetli ve tehlikeli de olsa hep farklı yolları denerdim.

Hâlâ öyle! Mesela, bir yarış parkuru, eğer aynı yoldan gidip dönülüyorsa, o yarışa katılmıyorum. Tekrarlamak, hücre ölümü demek benim için! O yüzden hep yeni bir şey isteme derdindeyim ki, bu da yeni bir şey yapmak anlamına geliyor, tabii ki. Biri bitince de diğerine sıçrarım. Örneğin yıllar önce briç sporcusu olmaya karar vermiştim. Beş yıl içinde herhangi bir kategoride Türkiye derecesine, yani ilk üçe, girme hedefi koymuştum kendime. Üç buçuk yılda Türkiye Briç Kadın Takımlar Şampiyonasında, Türkiye ikincisi olduk. Hedefim gerçekleşti. Böylece beş yıl beklememe gerek kalmadı. Ben de hemen başka alana yöneldim.

Farklı alanlara yönelmelerimin bendeki yansıması hep olumlu oldu. Her seferinde kendime olan güvenim-inancım tazelendi. Bilgiyle beslendim, güçlendim! Biliyorum ki, bilgi en güçlü dost! O, yanındayken çok da korkmana gerek yok!

“Neyi yapabiliyorsan ya da yapabileceğini hayal ediyorsan başla; cesarette deha, güç ve büyü de vardır” der Goethe. Bundan hiç şüphe duymadım. Hatta şansın bile cesarettin gölgesinden çıkmadığına inandım.         

‘Koşmasaydım Yazamazdım’, Murakami’nin kitaplarından biri… Sence yazma edimi ile koşma eylemi birbiriyle ilintili mi?

Koşucu olmaya karar verdiğimde, hemen gidip konuyla ilgili pek çok kitap almıştım. Bunlardan biri de, Murakami’nin, ‘What I Talk About When I Talk About Running’ kitabıydı. Türkçeye ‘Koşmasaydım Yazamazdım’ diye çevrilmiş ki, çok isabetli olmuş.

Kitap, ‘koşma’ eylemi ekseninde yazılmış bir hatırat… Yazar, bir gün nasıl birdenbire ‘yazar’ olmaya karar verdiyse, öyle de ‘koşucu’ oluyor. Onun için, koşma ve yazma, etle tırnak gibi! Otuz üç yaşında başladığı koşunun, yazarlık yönünü beslediğinden sıklıkla bahsediyor. Koşma ve Yazma edimlerinin benzerliklerinden de… Ona göre yazar tıkanması, koşucu melankolisinden çok da farklı bir şey değil! Yazarlıkta olduğu gibi, koşmada da bazı takıntıları var; örneğin maraton koşarken, ölecek kadar yorulsa bile, hiç yürümeden koşarak bitirme derdinde! Ömrünün sonuna kadar da ikisini birlikte sürdürmeyi planlıyor; çünkü yazma ve koşma onda at başı giden iki tutku! Birbiriyle ilintili… Öyle ki, bir gün öldüğünde mezar taşına şöyle yazılmasını istiyor:

                                                             Haruki Murakami

                                                                  1949-20**

                                                               Yazar (ve Koşucu)

                                                     En azından sonuna kadar yürümedi   

Bende, koşma ve yazma ikiz kardeşten çok, sıklıkla karşılaşan, bir araya gelen iki dost!

Antrenmanlarda, yaratıcı fikirler, öyküler, karakterler, roman konuları, hikayeler, alıntılar, şiirler uzun kuyruklu renkli bir uçurtma gibi peşime takılır. Ya da koşarken gördüğüm bir sincap, bir koşucu, bir ağaç, bir bulut birdenbire bir hikâyeye sızar ya da kendine yeni bir hikâye yazdırır. Yalnız, dağ koşularımda durum farklı… Her şeyi geride bıraktığım gibi edebiyatı da eve kilitlerim. Çünkü dağlarda koşmak öyle öyle bir büyü ki, herhangi bir şeyin bunu dağıtmasını istemem! Resmen Stendhal Sendromu yaşıyorum. Ciddiyim. Zevkten kaç kere ağladığımı hatırlamıyorum.

Bilgisayar programcılığından edebiyata uzanan yolculuğuna başlarken seni ilk kim yüreklendirdi? Biraz yazdığın öykülerde ve romanlarda seni en çok hangilerinin etkilediğinden söz eder misin?

Beni yazmaya zorlayan (yüreklendiren diyemeyeceğim😊), beni yüreğinde büyüten 93 yaşındaki ikinci annem... Hayat desenimden kayıp gitmeden önce, bir roman yazmamı vasiyet etti.

‘Everest İlk Roman Ödülü’ alan bu vasiyet, romanın ana teması, kaderi değiştirme… Tanrının bile uzak olduğu kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde, ‘yanlış yerde’ olduğunu düşünen küçük bir kız çocuğu… Her şeyini yitirdiği gibi düşlerini bile yitirmiş, elinde acıdan başka şeyi kalmamış çok yaşlı bir İstanbul Hanımefendisi… Aralarında uzamsal-zamansal-kültürel muazzam bir uçurum… Bu uçurumu aşıp karşılaşmalarının bir mucizenin (şansın) ışıltısıyla gerçekleşmesi… Küçük çocuğun bu ışıltıdan aldığı güçle kalemi eline alıp kaderlerini yeniden yazması… Sevginin; değiştirme, dönüştürme ve iyileştirme gücüyle kendilerini tekrar düşlere taşıması… Çocuğun yaşça büyümesi, Yaşlının ruhça gençleşmesi… Gerçek yaşam öyküm!

Tudem Edebiyat Ödülleri’nde üçüncülük kazanan ‘Do’nun Sessizliği’ romanım; müzik-edebiyat evliliği üzerine! Müziğin insanlar-hayvanlar-bitkiler üzerindeki metamorfik etkisini Cumartesi Anneleri ekseninden ele alıyor. Özgün yapısı onu diğer eserlerimden farklı kılıyor. Çok gönül bağım yok, ancak sıra dışılığı cezbedici…  

Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması Birinci Mansiyon Ödülü’nü kazananKuyunun Dili’ romanım, bir dönem romanı… Sıra dışı bir çocuk gözünden Türkiye’nin 1960-1982 döneminin fotoğrafı çekiliyor. O dönemin bir pikselini bile gözden kaçırmamaya özen gösterdim. Gerçek bir yaşamdan… Mahallemden… O kadar sıra dışı ki, gerçekçi kılmam biraz zor oldu!

Yazdıklarım arasında beni en çok etkileyen? Kurşun Kalem Öykü Ödülü’nü kazanan, ‘Zamanın Kuzgun Yüzü’ adlı öykü kitabındaki ‘Kapıda’ isimli hikâye… Bu hikâyeyi, Yeni Zelanda Auckland Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde roman, öykü ve senaryo üzerine ders alırken yazdım. İngilizce olarak yazdığım ilk ve tek çalışmamdır. Profesör bu hikâyeyi sınıfta okudu ve uzun süre etkisinden çıkamadığını söyledi. Ben de öyle! Ne zaman okusam, bir öncekinden daha çok etkisinde kalıyorum. Yeri çok başka!

60 yaşından sonra koşmaya nasıl karar verdin? Dağların doruğundayken ve bir yarışı bitirirken neler hissedersin?

Altmış yaşına girerken, bir şeye daha girmek üzere olduğumun ayırdına vardım: Depresyona!

Fiziksel bir aktiviteyle bundan kurtulabileceğimi düşündüm, her zamanki gibi. Bu seferki, en ucuz ve kolay aktivite, yürümekti! Böylece doğum günümde yürümeye başladım. İkinci günü, içimden koşmak geldi. Yüz metre kadar koştum. Böyle koşma-yürüme bir hafta kadar devam etti. Gittikçe iyi hissetmeye başladım. Böylece koşucu olmaya karar verdim.

Dağlardayken ne hissediyorum? Yaşamın kıyısında değil, çekirdeğinde yaşadığımı! Benliğimin, bana en çok dağlarda sesini duyurabildiğini! Fiziksel-düşünsel-tinsel boyutlarımın üçünün birden birbiriyle iletişim içinde olduğunu ve ‘bir’ olduğunu! Bu muazzam bir doyum gerçekten! Bir de o Finişe yaklaşmak ve o çizgiyi geçmek var ya! Öyle çoğul bir sevinç ki, ağlamak gelir içimden. Her seferinde!

Elbette, dağlarda tek başına ölümüne korktuğum anlar da çok! Ancak ben, korkular karşısında durabilme cesaretini seviyorum!

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün