“Eşimden sonra en iyi dostum fotoğraftır”

National Geographic Traveler Dergisi´nden dünya ikinciliği, Fuji Avrupa Basın Fotoğrafları birincilik Ödülleri, Jerusalem Post birinciliği, 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Sanat Ödülü, Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından Ekselans unvanına sahip olan, Türkiye´de 2018 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri´nde Sanat/Fotoğraf dalında ödüle layık görülen Türk Yahudi Toplumu´nun en kıymetli isimlerinden biri İzzet Keribar… Çektiği fotoğraflarla Türkiye´yi dünyaya tanıtan, 80 ülkenin içinde bulunduğu 1,5 milyon karelik bir arşive sahip duayen fotoğrafçı, 1936´da dünyaya gelmesinin ardından mürebbiyelerle başlayan hayatına Varlık Vergisi´nin vurduğu darbeden, Kore´deki askerlik yıllarına, 6-7 Eylül pogromundan kurtuluş hikayelerinden altın madalya alan koleksiyonlarına dek tarihe tanıklık edeceğiniz birçok detayı ŞALOM ile paylaştı.

Zehra ÇENGİL Söyleşi
17 Temmuz 2024 Çarşamba

1936 yılında Taksim Gümüşsuyu’nda dünyaya gelmenizin ardından, mürebbiyelerle büyüdüğünüz çok rahat ve renkli bir çocukluk geçiriyorsunuz. Sizi her konuda destekleyen ve teşvik eden bir aileye sahip olmak, hayatınızdaki en büyük şanslarınızdan biri miydi?

Mutlaka. Babam, işinde çok özenli bir insandı. Sabahları erkenden kalkar, dükkanımıza gider, akşam kulübe geçer ve eve gelince de gazetesini okurdu. O yüzden annemin bize daha çok vakit ayırmaya fırsatı oluyordu. Asıl benimle ilgilenen ise hep abim oldu. En büyük şansım abim Loni’dir, fotoğrafçılık da dahil dünyada ne kadar güzel hobiler varsa hepsi ondan bana geçmiştir. İstanbul’un tarihi yerlerini, camilerini, surları hep bana o gezdirdi. Dolayısıyla abim, 1940’larda fotoğrafa başladığı zaman, benim onu taklit etmem kaçınılmazdı. Başta kopyacılık derken sonra hobi olarak fotoğrafçılık hayatımda en ön sıralara geçti.

Babanızın lise mezuniyetiniz için hediye aldığı Leica 1953-3F modelinden ise ‘ilk sevgilim’ diye bahsediyorsunuz. Hatta ilk röportajımızda “Küçüklüğümde sevgilim gibi yatağa bile yanımda yatırırdım” açıklamasında bulunmuştunuz. Bu hediyenin Keribar’ın kariyerindeki rolü nedir?

İnsan çok istediği bir şeyi elde edince, sevgilisi gibi oluyor. O yaşta benim başka bir sevgilim yoktu, fotoğraf makinem her şeyimdi. O makine benim kariyerimde çok önemlidir. Kore’ye askere gitmemin sebebi de vatanseverlik, macera düşkünlüğü, ülke görmek hepsi bir arada… Küçüklükten beri en çok istediğim şey dünyayı görmekti. O makineyi her zaman yanımda taşıdım, Kore’de yedek objektifler de aldım hem tele hem de geniş açı. O dönemi de anlatacağım.

“6 YAŞINDAYKEN BABAM EVE GELDİ, ‘HİÇBİR ŞEYİMİZ KALMADI’ DEDİ”

Her şey bu kadar yolunda giderken, 6 yaşınıza henüz bastığınızda Varlık Vergisi geliyor. Babanız, bütün mülklerini satmak zorunda kalıyor. O günleri nasıl hatırlıyorsunuz?

Altı yaşında olsam da olayları çok iyi hatırlıyorum. Zengin bir ailenin çocuğuyken birdenbire fakirleştik fakat yine de şansımız oldu ve aynı evde yaşamaya devam ettik. Mürebbiyem gönderildi ve bir zaman için mürebbiyesiz kaldım. Mürebbiyem sonrasında geri gelerek “Sizi çok seviyorum. Varlık Vergisi’nin size zorluk yarattığını biliyorum. Sizden para almadan çalışmak istiyorum” dedi. İtalyan Levanten bir kadındı, Margarita Turconi’ydi adı. Hiç unutamayacağımız o güne gelelim, babam vergiyi öğrendiği zaman eve çok üzgün olarak geldi. Kapıyı iki kez çalardı babam, evde herkesin kapıyı bir çalma şekli vardı. Rumca “Bizi temizlediler” anlamına gelen iki kelime söyledi, “Hiçbir şeyimiz kalmadı” dedi. Sonunda Aşkale’ye gitmedi ama o günkü parayla şirket olarak 700 bin liraya ulaşan bir vergi ödediler. Bunu karşılamak için Tahtakale, Marpuççular, Şişhane’deki mülklerimizi ve Büyükada’daki villamızı elden çıkardı. 15 gün içinde ödenmesi istenildiğinden her şey yok pahasına satılırdı. Bugün Türkiye’deki eski zenginlerin birkaçı o dönemden çok ucuza aldıkları mülkler ve fabrikalar yüzünden zenginleşmiş olabilir. Belki de asıl amaç buydu. Savaş ortamında Türkiye’nin ticaretini azınlık gruplardan geniş topluma aktarılması… Başarılı da oldular diyebiliriz.

Taksim’de dünyaya geldiğiniz için, fotoğraf çekmeye de tarihi ve görsel zenginliğe sahip bu semtten başlıyorsunuz. Yıllar sonra, aynı yerlerin yeniden fotoğraflarını çektiğinizde gördüğünüz değişimlerin sizi üzdüğü oluyor mu?

Çok oluyor ama asıl üzüntü yeterince fotoğraf çekmememden kaynaklanıyor. Bu değişikliği biz o yıllarda fark edemiyorduk. İstanbul’un bu kadar hızlı değişeceğine kimse ihtimal vermiyordu. Şimdi Ara Güler’in eski fotoğraflarına bakınca değişimi çok daha rahat görebiliyoruz. Ben de 1980’lerden itibaren kendimi affettirmek için durmadan fotoğraf çektim, İstanbul’un şu an çok eski kareler var elimde.

“ARA GÜLER ZOR BİR ADAMDI, FOTOĞRAFLARINI KİMSEYLE PAYLAŞMAZDI”

Bahsetmişken, duayen fotoğrafçı ve son dönemlerinde yakın da dostunuz olan Ara Güler’e de değinmek isteriz. Ara Güler ile nasıl bir paylaşımınız vardı, birbirinizin fotoğraflarını yorumlar mıydınız?

Ara Güler zor bir adamdı; Ara Güler’e göre herkes fotoğraf çekmeye çalışan ama başarısız tiplerdi. Fotoğraflarını kimseyle paylaşmazdı, kendisi zirvede olduğu için biraz da hor görürdü. 86 yılında Bedrettin Dalan döneminde Tarlabaşı yıkımları başlayınca ben fotoğraflamak için gittim. Bir kişi vardı orada: Ara Güler. O gün birlikte kahve içmeye gittik, “Bir tek sen varsın, diğer fotoğrafçılar uyuyor mu aptallar?” dedi. “Fakir halk molozlardan, yıkılan evlerden bir şeyler toplamaya çalışıyor. İşte fotoğraf bu” şeklinde konuştu. O günden sonra gözüne girdim. Galatasaray’daki kafesinde haftada bir gün sohbete giderdim, birbirimizin fotoğraflarını çekerdik. Ara Güler bir ekoldür, onun fotoğraflarını kendimize örnek aldık. Ayrıca çok da tutucu biriydi, fotoğrafı kendi yönünde eleştirirdi. Ben 2010 yılında tarz değiştirdim, bir defasında sergime geldi Amerikan Hastanesi’nde. “Bunlar ne ya, fotoğraf mı? Seni de bozmuşlar” yorumunu yapmıştı.

 

“6-7 EYLÜL’DE ODABAŞIMIZ ABDULLAH EFENDİ TÜRK OLDUĞUMUZU SÖYLEYEREK BİZE DOKUNDURTMADI”

Lise mezuniyetinden sonra, babanızın züccaciyecilik mesleğinden ötürü bir de Tahtakale piyasasını deneyimliyorsunuz, hatta orada Ladino öğreniyorsunuz. Oradaki Musevilerin birçoğu günümüzde İsrail’e göç etti. Nasıl bir ortamınız vardı?

1953’ten itibaren babamın yanında çalışmaya başladım ve bütün müstahdemler tezgahtarından depocusuna hep Musevi’ydi. 55 yılındaki 6-7 Eylül pogromu da Türkiye’yi sarsan olaylardan biriydi. Varlık Vergisi’nden sonra Türkiye’de yaşamak istemeyen eniştem ve teyzem Amerika’ya yerleşeceklerini söyledi. Uzun süre sonra ilk kez 55 yılında Türkiye’yi 6-7 Eylül tarihlerinde ziyarete geldiler, bu da acı bir tesadüftü.

Babamın dükkanının bulunduğu Eminönü’ndeki Sabuncu Han Caddesi paramparça oldu. Dükkanımıza bir şey olmadı çünkü Abdullah Efendi diye bir odabaşımız vardı “Rıfat Keribar benim kardeşim, görmüyor musunuz Türk bunlar” diyerek dükkanlarımıza dokundurtmadı. Ondan sonra Beyoğlu’na çıktım, parçalanmış bakkaliyelerden gelen kokular hala hafızamda.

“BU SENE ASKERLİK DÖNEMİNDE ÇEKTİĞİM FOTOĞRAFLARLA KORE’DE SERGİ AÇMAYI PLANLIYORUZ”

Askerliğinizi Kore’de gönüllü olarak yaptınız. Orada gerçekleştirdiğiniz fotoğraf çekimleri, adeta hayatınızın karanlık odası tadında oldu. Kore’de yaşadığınız deneyimleri ve bu deneyimlerin hayatınızı şekillendirme konusundaki etkisini bizimle paylaşır mısınız?

Kore savaştan yeni çıkmış bir ülkeydi, fotoğrafçılığımı değerlendirmek ve orayı da görmek adına ben gönüllü oldum. Annem başta çok üzüldü, ya yeniden savaş çıkarsa, ne olur diye korktu. 1956 yılının Temmuz’unda 20 gün süren bir yolculuk sonrasında Amerikan gemileriyle Kore’ye vardık. Gemideyken hep fotoğraf çekmeye uğraştım. Diğer arkadaşlarım kendilerini Kore döneminde koruyacak yüzbaşılarla, albaylarla dostluk kurdular. Kore’ye vardıktan sonra herkes en güzel konumları aldı. Beni de sınıra en yakın 1. tabura tayin ettiler. Sonradan yakın dostum olacak Yüzbaşı Selahattin Tümerk ise “O benim adamım, yanıma alıyorum” dedi, böylece karargahta kaldım. 30 tercümandık, kendimizle iftihar ederdik İngilizce biliyoruz diye. Fotoğrafçılığım da anlaşılınca tugayın maskotu oldum ve Kurmay Başkanı en yakın dostum oldu. Son aylarda Paşa’nın tercümanı oldum. Tugayımızın foto-film subayı oldum. Orada laboratuvar kurdurttum. Haftada iki kez ciple Seul’e gidip tugaydaki askerleri eğlendirecek filmleri değiştirirdik. Her seferi bir maceraydı. Hem civar köylerde hem Seul’de çektiğim fotoğraflarla bir arşiv oluşturdum ve belki bu sene Kore’de sergi açacağım. Askerlik yıllarımdan sonra Kore’ye iki kez daha gittim.

National Geographic Traveler Dergisi’nden dünya ikinciliği, Fuji Avrupa Basın Fotoğrafları birincilik Ödülleri, 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Sanat Ödülü, Jerusalem Post birinciliği ödüllerini kazanan ve Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından verilen Ekselans unvanına sahip bir fotoğraf sanatçısısınız. Türkiye’de 2018 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde Sanat/Fotoğraf dalında ödüle layık görüldünüz. Bu kadar ödülün ardından, hala eski heyecanınız devam ediyor mu, hiç metal yorgunluğu yaşadığınız oluyor mu?

Metal yorgunluğu değil ama vücut yorgunluğu yaşıyorum tabii. Son olarak eşimle Viyana’ya gittik. On gün durmadan sabah erken kalkıp ışığı yakalamak için çıkarsanız mutlaka yoruluyorsunuz. Fotoğrafçılığa tutkum sebebiyle beyin vücuda pozitif bir şekilde yardımcı oluyor ve ben o yorgunluğu ancak sonra hissediyorum. Aynı heyecanı duyduğum kesin. Viyana’dan döner dönmez yeni restore edilen Kariye Camii’ne giderek orayı fotoğrafladım.

İnanılmaz da bir fotoğraf arşiviniz olmalı, nasıl muhafaza ediyorsunuz?

Tek başıma değilim; iki asistanım var. Onların sayesinde daha kolay oluyor. Bugün hiç yorulmadan 1,5 milyon fotoğraf arasında 80 kadar ülke, sayısız şehirleri tarihi ve kronolojik şekilde bulabiliyorum. Herkes gibi ‘Bu arşiv ne olacak?’ diye düşünüyorum. Belki büyük kuruluşlardan sahiplenmek isteyenler olabilir.

“BİZ FOTOKOPİ ÇEKMİYORUZ, FOTOĞRAF ÇEKİYORUZ”

2018’de gerçekleştirdiğimiz röportajda, “Yogacılar gibi, her tarafta yogacı, her tarafta fotoğraf kursu” diye bir sitemde bulunduğunuzu anımsıyorum. Sizce fotoğraf sanatçılığı doğuştan gelen bir yetenek mi, yoksa artık günümüzde dijital dünyanın da marifetleriyle daha kolay ulaşılabilir bir unvan halini mi aldı?

Daha kolay olduğu kesin ama her şeyden önce göz önemli. Ayrıca günümüzde tarzlar çok değişti. 1997 yılından beri sadece fotoğrafçılıkla geçinmeye çalışan biriyim. Dijital fotoğrafçılık dönemine çabuk alıştım, bir işi severek yaparsanız öğreniyorsunuz. Dijitalin kalitesi günümüzde dia’yı aştı. Eskiden mobil telefonumu ancak hatıra fotoğrafı için kullanırdım, şu an kaliteli bir telefonum var. Onunla özellikle kapalı ortamlarda çok daha rahat fotoğraf çekebiliyorum, hem de tripod kullanmadan. Yapay zekanın sevmeyenleri var, fotoğrafçılık dünyasında ismini bile duymak istemiyorlar. Yapay zekayla güzel şeyler yaratılabiliyor ama ben bir şey eklemek için değil, daha çok onu temizlemek için kullanıyorum. Bu sistemle çekilen fotoğrafları ayrı bir branş olarak değerlendirmek lazım. Bir şeyin fotoğraf olması için fotoğrafçının hissetmesi, öykü anlatması lazım.

Biz fotokopi çekmiyoruz, fotoğraf çekiyoruz.

Fotoğrafçılık dışında 1970’lerde sadece İsviçre pullarından oluşan önemli bir koleksiyona başladığınızı ve bununla yurt dışında ‘Vermey’ (altın kaplama) madalya aldığınızı biliyoruz. Ayrıca her gün en az yarım saat de piyano çalıyorsunuz. Fotoğraf dışındaki uğraşlarınızdan sizi en çok rahatlatan nedir?

Müzikte çok iyi kulağım olduğunu iftiharla söyleyebilirim. 11 yaşında piyano dersi almaya başladım, klasik batı müziğine olan düşkünlüğümden kısa zamanda bütün repertuarı ezberledim. Piyano ve müzik sevgim annemden geliyor, halen her gün yarım saat çalarım.

Pul konusuna gelince 1850-1862 yılları arasında İsviçre Kantonları’nın damga etüdü koleksiyonum vardı. 1977 yılının sonunda bu pullar, Zürih’te bir müzayedede 100 bin dolara yakın bir fiyata satıldı. Yeniköy’deki evimizin bir bölümünü bu parayla ödedim. Bir de Viyana porselenleri koleksiyonumuz var. Sadece 18. yüzyıla ait parçaları topladım, onlar da evimizi süslüyor.

Sizce İzzet Keribar, kendi imzasıyla hayata ve gençlere nasıl bir miras ve felsefe bırakıyor olacak?

Son zamanlarda en az 4-5 üniversite öğrencisi, hayatımı ve fotoğraf kariyerimi tez olarak kullandı. Mimar Sinan Üniversitesi’nde eğitim gören bir Koreli öğrenci, Kore fotoğraflarımı baz alarak savaşı, o günkü ortamı anlattı ve doktor unvanı kazandı. Demek ki gençlere fotoğrafçılıkla ilgili bir heves aşılayabiliyorum. Türkiye’de, üniversitelerde ya da derneklerde fotoğrafla ilgili konuşmalara çağrıldığımda, bunu kariyerimin bir parçası olarak görüyorum ve mutlaka gitmeye çalışıyorum. Fotoğrafla ilgilenen gençler bana sokakta rastladığında ne kadar zevkli oluyor biliyor musunuz? Etrafımda toplanıp benimle fotoğraf çektirirler. Bu da bir miras bırakabildiğimiz anlamına geliyor. Fotoğraf, eşimden sonra en iyi dostum. Fotoğraf kariyerimde mutlaka eşim Rozet’in büyük payı vardır, her aşamasında bana destek olduğu için çok müteşekkirim.

Fotoğrafçılık sayesinde renkli bir hayat yaşadık, ayrıca Türkiye’nin tanıtımına da katkıda bulundum. Umarım fotoğraf yolculuğum birkaç sene devam edebilir. Şimdilik hafızam oldukça iyi ama kritik bir yaşa geldiğimiz de kesin. Bu röportaj için size çok teşekkür ediyorum.

İzzet Keribar röportajını Şalom TV Youtube kanalından takip edeblirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=vrahNbTYqf4

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün