“Luis Alejandro Velasco adlı bu denizci on gün yemeden, içmeden başıboş bir salda kalmıştı. Bu kitap, onun başına gelenlerin, Bogota'da çıkan El Espectador gazetesinde kazadan bir ay sonra yayımladığım biçimiyle anlatılmasını içerir. Luis Alejandro Velasco Öyküsünün tek satırını bile yadsımadı. Yapabildiği tek meslek olan denizcilikten ayrılmaya zorlandı ve günlük yaşamın akışı içinde unutuldu gitti. İki yıldan az bir süre sonra diktatörlük yıkıldı ve Kolombiya öncekinden daha dürüst olmayan ama kendini daha iyi gizleyen rejimlerin eline düştü”. Gabriel García Márquez
Bir tutku, bir hayal, bir nefes; “Deniz”
Denizcilik bir yaşam biçimidir. Denizin tuzlu tadını alan, kokusunu ciğerlerine çekip, yaşadıklarını karadaki okuyucularına aktaran geçmişte çok değerli denizciler oldu Sadun Boro gibi… Günümüz dünyasında deniz üzerinde ya da bir adada denizle yaşayıp videolarını sosyal medyada paylaşan, kalemle değil de kamerayla kaydeden deniz severler de var. Benim takip ettiklerimi söyleyeyim: ‘Usturmaçalı Kız’ mesela, ‘The Island Life of Us’ mesela… Bir de denize hasret, karada pinekleyen, hayalinde denizlerde fersah fersah yol kat eden, nice maceralar yaşayan ve yazan yazarlar da var. Bir de onların yazdıklarını okuyan, filmleri videoları izleyen, aklı denizde, ayakları karada, ruhu denizle bütünleşmiş, her fırsatta kalemini deniz suyuna bulayan deniz aşıkları var, Bibliobibuli gibi! Gerçi Bibliobibuli’nin akademik eğitiminin Deniz Biyolojisi olmasından kaynaklanana bir göbek bağı da var denize karşı, büyük aşkının dışında… Yaz sıcaklarında, “Denizler, okyanuslar, dalgalar, denizciler, çapalar, yelkenliler, usturmaçalar, deniz kızları, deniz fenerleri, balinalar, yunuslar, balıklar ve aşklardan dem vuran, Bibliobibuli’den ‘Deniz Kokulu Kitaplar’ hakkında incelemeleri okumaya hazırlanın. Başlıyoruz. İlk kitabımız, hayal ve gerçeğin birbiri içinde eridiği, gerçekçilik ve fantezinin bir karışımı ‘Büyülü Gerçekçilik’ akımının en önemli temsilcilerinden Gabriel García Márquez’in 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan öykü kitabı ‘Bir Kayıp Denizci’. Bu arada Gabriel García Márquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ romanı kendimi yazarak ifade etmeye başlamamda etkili oldu, bunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Yayınevi: Can Yayınları, Çevirmen: İsmail Yerguz, Yayın Tarihi: 2019, Sayfa Sayısı:120
Denizde ölmeye yatmak
“Evet ölüyordum. Bu düşünce de içimi tuhaf ve kasvetli bir umutla dolduruyordu.
Gözlerimi açtığımda kendimi Mobil'de (muhrip) buldum. Boğucu bir sıcak vardı ve muhripteki öteki arkadaşlar ve biz çamaşırlarımızı satın aldığımız Yahudi dükkâncı Massey Nasser'le birlikte Kolombiyalı denizcilerin bir açık hava gösterisini izliyorduk. Onarım tersanelerinde geminin geçirdiği sekiz ay boyunca Massey Nasser zamanın büyük bir bölümünü bizi ağırlamaya ayırmıştı, biz de buna karşılık sürekli ondan alışveriş ediyorduk. İspanyolca konuşulan bir ülkeye ayak basmamış olmasına karsın, dilimizi düzgün konuşuyordu. O gün de hemen hemen tüm cumartesiler gibi yalnızca Yahudilerin ve Kolombiyalı denizcilerin geldiği kahvedeydik. …Bilmiyorum Mobil'deki bu şenliğin büyüsü altında ne kadar kaldım. Tek bildiğim, salın içinde bir sıçradığımda akşam olduğuydu. Yaklaşık beş metre ötemde, benekli kafalı, büyük ve sarı bir deniz kaplumbağası, kocaman cam bilyeleri andıran anlamsız gözlerle bana bakıyordu. Varlığı ürkütücüydü. Önce yeni bir sanrı gibi geldi, şaşkın şaşkın doğruldum. Kıpırdadığımı görünce, yaklaşık dört metre uzunluğundaki dev yaratık ortalığı köpük içinde bırakıp daldı. Kâbus muydu yoksa gerçek miydi? Bugün bile kesinlikle söyleyemem.”
Batan bir gemiden tek başına kurtulan ve günlerce bir sal üzerinde kerteriz noktası bulamadan sürüklenen denizci Luis Alejandro Velasco’nun yazar Gabriel García Márquez’e anlattığı ve uzun yıllar sonra yazarın kaleminden okuduğumuz gerçek bir hikâyeye hoş geldiniz. On gün boyunca denizin üzerinde aç ve susuz savaş veren denizci, köpekbalıklarının tehdidi altında hayatta kalmayı başarıyor. Zaman ve mekân kavramını yitiren denizci, zaman zaman ölen arkadaşlarından birini oldukça canlı ve net olarak salın üzerinde, karaya yaklaştığında da kara parçasını bir sanrı halinde görüyor. Denizcinin Yahudi dükkâncı Massey Nasser'i hatırlamasının nedeni ise onun kendisine sattığı kartpostalları cebinde unutması, deniz suyu ile hamur haline geldiklerinde o kartpostalları yiyerek hayatta kalmış olmasından kaynaklanıyor. Ayağındaki espadril markası onu ayakkabı reklamına, kolundaki saat markası onu saat reklamına çıkartıyor. Güzellik kraliçeleri tarafından medya karşısında öptürülüyor. Toplumun kahraman nitelemesiyle dikkatini çektikten sonra bir köşeye atılıp unutuluyor. Unutulduğu bir zamanda parasız kaldığında Gabriel García Márquez’in çalıştığı El Espectador gazetesine hikayesini satıyor. Okuyacağınız bu gerçek hikâyede kahraman denilerek işaretlenen denizcinin kahramanlığıyla alay edebilecek olgunlukta bir kişi olduğunu gören yazar hayretini gizlemiyor. Gabriel García Márquez, dikkatlerin uzun yıllar sonra, denizcinin yaşadığı olağanüstü hayatta kalma mücadelesinden ötürü değil de kendi ismiyle imzası yüzünden dikkat çektiğini düşünüyor ve kitaba üzüldüğünü not düşüyor.
Suyun durgun yüzeyini yırtan yüzgeçler
“Ertesi gün, daha ertesi gün ve dört gün boyunca bu deney bana köpekbalıklarının çok dakik hayvanlar olduğunu öğretti: Saat beşi biraz geçtikten sonra gelip, karanlık basınca gidiyorlardı. Akşamları saydam su görkemli bir gösteri sunuyordu. Her renk balık, gece olana dek sala eşlik ediyordu. Kimileri büyük, sarı ve yeşil; kimileri yuvarlak, küçük, kırmızı mavi çizgiliydi. Bazan madeni bir parıltı salın kıyısına su ve kan fışkırtıyor ve bir köpekbalığının parçaladığı balık artıkları birkaç saniye suyun üstünde yüzüyordu. Hemen ardından bir sürü küçük balık üşüşüyordu; ben de köpekbalıklarının artıklarından küçük bir pay alabilmek için bütün malımı mülkümü verirdim.”
Yavaşça kitabın sayfalarını aralıyor ve öykünün içine sızıyoruz. Denizci Luis Alejandro Velasco, felaket öncesi ölüme çağrılışlarını ve ölümün kuluçka evresini yalın bir biçimde anlatıyor.
"Fırtına mı? Fırtına olmadı ki." Doğruydu. Meteoroloji yetkilileri de, her zaman olduğu gibi,
Şubat ayının Karayip Denizinde sakin, pırıl pırıl geçtiğini belirtmişti. O güne dek yayımlanmamış gerçek, geminin yandan dalgaya tutularak yalpalamaya başlaması ve iyi istiflenmemiş yükün kayarak gemiyi yan yatırdığı ve sekiz denizcinin kayarak suya düştüğüydü. Bu açıklama çok önemli üç suç içeriyordu; birincisi: Muhripte ne türden olursa olsun mal taşımak yasaktı. İkincisi: Aşırı yük geminin manevra yapıp suya düşenleri toplamasını engellemişti, üçüncüsü de: Buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi gibi kaçak eşyalar söz konusuydu. Öykünün de muhrip gibi öngörmediğimiz siyasal ve ahlaksal bir yük taşıdığı açıktı”.
On gün boyunca, salın üzerinde yaşam savaşı verirken köpekbalıklarının her gün aynı saatte akşamüzeri beş buçukta ortaya çıkıyor olması, salın hemen dibinde balıkları avlamaları denizciyi hem korkutuyor hem etkiliyor. Bir süre sonra köpekbalıklarından avlarını çalmaya çalışıyor. Öyküde sonuna kadar köpekbalıklarını dikkatle takip etmenizi öneriyorum. Bir de denizcinin yaşadığı günleri unutmamak için salın üzerine attığı çentikleri…
Denizde ölünebileceğini hiç düşünmezdim
“Çocukken, Bogota'da, kitaplarımdaki resimlere bakarken denizde ölünebileceğini hiç düşünmezdim. Dahası denizi düşünürken güven duyuyordum. Yaklaşık on iki yıldır Deniz Kuvvetlerindeydim ve çıktığım seferlerden hiçbiri huzurumu kaçırmamıştı.”
Denizi bu denli seven, yirmi yıllık yaşamının yarısını denizde yüzerek geçirmiş, özgüveni yüksek bu genç denizcinin bir salın tepesinde güneşten kavrularak, rüzgârdan üşüyerek, açlıkla, susuzlukla, sanrılarla mücadele etmesini ve neden sonra salın içinde ölmeye yatmasını bir solukta, nefeslerinizi tutarak okuyacaksınız. Yüzme bilmenin ne denli önemli olduğunu akıllarımıza kazıyan cümlelerle, hayatta kalmanın salt yüzme bilmeye de bağlı olmadığının, felaket anında soğuk kanlı olmak gerektiğinin altının çizildiği cümleler gerçek yaşanmışlığı olan bu öyküde ana fikir olabilmek üzere yarışıyor.
“Luis Rengifo tam bir denizciydi. Denizden uzakta, Choco'da doğmustu ama, denizcilik kanında vardı. Caldas kalafata alındığında, Luis Dengifo, Washington'a atış kursuna gönderildi. Ciddi, çalışmayı seven, İngilizceyi de İspanyolca kadar düzgün konuşan bir çocuktu.
Denizcinin arkadaşı Luis Rengifo’dan bahsettiği bu cümleler atlanmamalı, çünkü kahramanımız kendisine her “Seni deniz tuttu mu?” diye sorduğunda, kendinden ve denizciliğinden emin bir tavırla “Beni deniz tutacağı gün, önce denizi deniz tutar” diye cevap veriyordu. Felaket anında öyle olmadı ama Luis Rengifo’yu deniz öyle bir tuttu ki bir daha bırakmadı.
Sizler, denizci Luis Alejandro Velasco’nun hayatta kalmaya çabaladığı on gün içinde yaşadıklarını nefesinizi tutarak okurken, açlığını gidermeye çalıştığını anlattığı şu cümlelerle size veda ediyorum:
“O anda ne bulsam yiyebilirdim. Açlıktan kıvranıyordum. Özellikle de gırtlağım ve çalışmamaktan çene kemiklerim ağrıyordu. Bir şeyler çiğnemem gerekiyordu. Espadrillerimden bir parça kauçuk kopartmaya uğraştım, ama kesecek aletim yoktu. İşte o anda Mobil'deki dükkânda armağan edilen kartpostalları anımsadım. Kartpostallar, pantolonumun ceplerinden birindeydi ve ıslaklıktan iyice bozulmuşlardı. Yırtıp ağzıma atarak
çiğnemeye başladım. Bir mucize oldu sanki: Gırtlağımın acısı azaldı ve dilim tükürüklendi. Tıpkı çiklet çiğner gibi, yavaş yavaş çiğnedim. Daha ilk çiğnemede çene kemiklerim beni uyardı”.
Bir sonraki “Deniz Kokan Kitap” incelemesinde görüşmek üzere, Bibliobibuli’den dostlukla.
Denizci Luis Alejandro Velasco’nun Bogota'da çıkan El Espectador gazetesinde yayınlanmış haberi.