Onları esir edenlere sadık rehinelerin gerçek hikâyesi: STOCKHOLM SENDROMU

Bir İsveç bankasındaki altı günlük rehine draması, ´Stockholm Sendromu´ olarak bilinen psikolojik olguya isim verdi.

Sara YANAROCAK Kavram
24 Temmuz 2024 Çarşamba

23 Ağustos 1973 sabahı hapisten kaçan bir mahkûm, İsveç'in başkentinin sokaklarını geçti ve Stockholm'un ünlü Norrmalmstrong Meydanındaki hareketli bir banka olan Szeriges Kreditbanken'e girdi. Jan Erik Olsson, kollarında taşıdığı katlanmış ceketin altından dolu bir hafif makineli tüfek çıkardı ve tavana ateş ederek yüksek sesle ve Amerikan aksanı bir İngilizceyle bağırdı: “Parti daha yeni başladı!”

Soyguncu, sessiz alarma müdahale eden bir polis memurunu yaraladıktan sonra dört banka çalışanını rehin aldı. Büyük bir hırsızlık suçundan aldığı üç yıllık hapis cezasını çekerken cezaevinden kaçan kasa hırsızı Olsson, 700 bin dolardan fazla İsveç kronu ve döviz, bir kaçış arabası ve hapiste olan arkadaşı Clark Olofsson'un serbest bırakılmasını talep etti. Olofsson 1966'da bir polis memurunun öldürülmesinde suç ortağı olarak hapisteydi. Polis birkaç saat içinde, Olsson'un mahkûm arkadaşını, fidyeyi ve hatta dolu benzin deposuyla birlikte mavi bir Ford Mustang'ı teslim etti. Ancak yetkililer, güvenli geçişi sağlamak için soyguncunun rehineleri de yanlarına alarak ayrılma talebini reddetti.

Gelişmekte olan dram dünya çapında manşetlere taşındı ve İsveç'in dört bir yanındaki televizyon ekranlarında yayınlandı. Halk, bir kurtuluş örgütü grubunun dini melodiler konseri vermesinden, faillerin teslim olmalarına ikna edebilmek için öfkeli duruma bir son verilmesi yönündeki önerilerle polis merkezine akın etti.

Rehinelerle mahkûm arasında tuhaf bir bağ

Sıkışık bir banka kasasında saklanan tutsaklar, kendilerini rehine alanlarla hızla tuhaf bir bağ kurdular. Olsson, rehine Kristin Enmark titremeye başladığında omuzlarına bir yün ceket sardı. Kötü rüya gördüğünde onu sakinleştirdi ve hatıra olarak silahından bir kurşun verdi. Silahlı saldırgan ailesine telefonla ulaşamayınca Brigitta Lundbald'ı teselli ederek, “Tekrar deneyin, pes etmeyin” dedi.

Rehine Elisabeth Oldgren bir yıl sonra The New Yorker’a, verdiği röportajda klostrofobiden şikayet ettiğinde, Olsson’un kasadan çıkmasına izin verdiğini anlattı. 30 metrelik çok uzun bir iple onu bağlayarak, dışarda rahatça dolaşmasına izin vermesinin onu çok etkilediğini anlattı. Olsson'un yardımsever davranışları rehinelerin sempatisini kazanmıştı. Erkek rehine Svan Safstrom, “Bize iyi davrandığında onu Acil Durum Tanrısı olarak niteliyorduk” dedi.

İkinci gün, rehineler kendilerini rehin alan kişilerle özdeşleştirmeye başladı ve kendilerini rehin alanlardan ziyade, polisten korkmaya başladılar. Polis komiseri, rehinelerin sağlık durumunu denetlemek üzere içeri girdiğinde, tutukluların kendisine düşmanca göründüklerini ancak silahlı adamla daha rahat ve neşeli olduklarını fark etti. Polis şefi aslında, silahlı kişilerin rehinelere zarar vermeyeceğini umduğunu, çünkü rehinelerle ‘oldukça rahat bir ilişki’ geliştirdiklerini söyledi.

Hatta rehinelerden Kristin Enmark, ülkenin saygın 90 yaşındaki Kralı VI. Gustaf Adolphe için ölüm döşeğinde nöbet tutmakta olan, dönemin İsveç Başbakanı Olof Palme'yi bile aradı ve soyguncuların, kendisinin de kaçış arabasına binebilmesine, izin vermesi için yalvardı. Palme'ye “Clark ve diğer soyguncuya tamamen güveniyorum. Umutsuz değilim. Bize hiçbir şey yapmadılar. Tam tersine harika davrandılar. Ama biliyorsun Olof, benim korktuğum şey polisin saldırıp bizi öldürmesi” dedi.

Rehinelerden mahkûmlara şefkat

Rehineler, fiziksel zararla tehdit edildiklerinde bile kendilerini kaçıranlardan hâlâ şefkat görüyordu. Olsson, polisi sarsmak için erkek rehine Saftorm’u bacağından vurmakla tehdit ettikten sonra, rehine The New Yorker'a şunları anlatmıştı: “Vuracağı şeyin sadece benim bacağım olduğunu söylemesi ne kadar nazik bir davranıştı diye düşündüm.” Enmark rehine arkadaşını kurşunu yemeye ikna ederken, “Ama Sven, kurşun sadece bacağını yaralayacak” diye ısrar ediyordu.

Sonuçta hükümlüler rehinelere herhangi bir fiziksel zarar vermedi. 28 Ağustos gecesi, 230 saatten fazla bir sürenin ardından polis kasa bölümüne göz yaşartıcı gaz sıktı ve failler hızla teslim oldu. Polis önce rehinelerin dışarı çıkmalarını istedi, ancak kendilerini rehin alanları sonuna kadar koruyan dört tutsak bunu reddetti. Enmark “Hayır önce Jan ve Clark gidecek, eğer önce biz çıkarsak onları öldüreceksiniz” diye bağırdı.

Mahzendeki kasanın kapısında hükümlüler ve rehineler kucaklaştılar, öpüştüler ve el sıkıştılar. Polis silahlı iki kişiyi yakaladığında, iki kadın rehine, “Onlara zarar vermeyin, onlar bize zarar vermedi” diye bağırdı. Bacağından vurulan Enmark bir sedyeyle götürülürken kelepçeli Olofsson’a, “Clark seni tekrar göreceğim” diye bağırdı.

Polis ve halkın kafası karıştı

Rehinelerin kendilerini kaçıranlara mantıksız görünen bağlılığı halkın ve polisin kafasını karıştırdı. Hatta polis, Enmark'ın soygunu Olsson'la birlikte planlayıp planlamadığını araştırdı. Rehinelerin de kafası karışmıştı. Rehinelerden Oldgren, kurtuluşunun ertesi günü psikiyatriste şunu sordu: “Bende bir sorun mu var? Neden onlardan nefret etmiyorum?”

Psikiyatristler bu davranışı savaş zamanı askerlerin sergilediği top mermisi şokuyla karşılaştırdı ve rehinelerin ölümden kurtuldukları için duygusal olarak polise değil, kendilerini kaçıranlara borçlu olduklarını açıkladılar. Kuşatmadan birkaç ay sonra psikiyatristler, 1974'te kendilerini radikal Symbionese Kurtuluş Ordusunun rehinesi olarak alınan milyoner, Amerikalı bir gazetenin gelecekteki varisi olan Patricia (Patty) Hearst'ün de fiilen katıldığı bir dizi banka soygunundan sonra Patty Hearst için avukatlarının yaptığı mahkeme savunmasında, popüler sözlüğün bir parçası haline gelen bu tuhaf fenomene ‘Stockholm Sendromu’ adını verdiler.

Patricia (Patty) Hearst

Olofsson ve Olsson hapishaneye döndükten sonra bile rehineler, onları hapishane ziyaret etti. Bir temyiz mahkemesi, Olofsson’un mahkûmiyetini bozdu, ancak Olsson 1980'de serbest bırakılana kadar yıllarca parmaklıklar ardında kaldı. Serbest kaldıktan sonra, hapisteyken kendisine hayranlık dolu mektuplar gönderen birçok kadından biriyle evlendi. Tayland'a taşındı ve 2009'da 'Stockholm Sendromu' başlıklı otobiyografisini yayınladı.                                                                                                                                                                                                                                   

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün