•Ortadoğu havasından hiç eksik olmayan barut kokusu iyice yoğunlaşınca, toplumsal tarihinde 6-7 Eylül gibi kara günler olan Türkiye´de de hissedilecektir. Hal böyleyken, Meclis gündeminde HÜDA-PAR´ın 4 bin kadar Yahudi vatandaşın İsrail´e giderek soykırım suçu işlediği iddiası ve vatandaşlıktan çıkarılmaları talebiyle verdiği bir yasa teklifi var! İsrail´in katliamlarına insanlık adına karşı çıkıyoruz. Türkiye´de, zor zamanlarında kucak açmakla övündüğümüz Yahudi vatandaşlarımızın sayısı 15-20 bin kadar. Türkiye pasaportu da taşıyan 4 bin kişinin Gazze´de soykırım suçu işlediği iddiasının ne kadar doğru olduğunu bir yana bırakıyorum. Ancak, ülkeyi saran havadan ürken, korkarak yurtdışına çıkan, İstanbul´dan, İzmir´den uzaklaşıp güvenlik arayan Yahudi vatandaşlarımız olduğunu biliyorum. Gazze´de yaptıklarından dolayı İsrail´i lanetlemek ne kadar vicdani ve insani bir sorumluluksa, bu ülkenin Yahudi vatandaşlarının korkusuz uyumalarını sağlamak da bizim için o kadar insani bir sorumluluk, iktidar için de vatandaşlarına karşı yükümlülüktür! L. Doğan Tılıç – www.birgun.net
Bu Haftanın “Takılanlar”ı
Nasıl geldi, ne demiş diye merak edenlerin, bizim medyanın genelinden öğrenebildiği yalnızca “Erdoğan’ı hedef alan paylaşım”dı. Katz’a verilen karşılıklardan anlayabildiğimiz de, Katz’ın “Sayın Cumhurbaşkanımıza yönelik hadsiz ifadeler” kullandığıydı.
Belli ki, o ifadelerin ne olduğunu yazmak ve öğrenmemiz uygun bulunmamış!
Bu noktada, bizdeki gazetecilik ile İsrail’inki arasındaki farkı, “ne yazık ki” diyerek ifade etmeliyim. Baktığım İsrail gazetelerinin tümü, Erdoğan’ın sözlerini ve Katz’ın cevabına Türkiye’den gelen tepkileri tırnak içinde aynen aktarıp, Netanyahu’nun Hitler’le kıyaslandığını okuyucularına iletirken, bizim gazete ve televizyonların çoğundan Katz’ın ne dediğini öğrenmek mümkün olmadı.
İsrailliler Türkiye Dışişleri’nin “Soykırımcı Naziler nasıl hesap verdiyse, Filistinlileri yok etmeye çalışanlar da öyle hesap verecek. … Soykırımcı Hitler’in sonu nasıl olduysa, soykırımcı Netanyahu’nun sonu da öyle olacak” dediğini, aynı Hitler kıyaslamasının pek çok başka yetkili tarafından da yapıldığını kendi medyalarından öğrendiler.
Bizde ise, BirGün, Cumhuriyet gibi birkaç gazete dışındaki yayınları takip edenler, İsrail Dışişleri Bakanı Katz’ın; “Erdoğan, Saddam Hüseyin’in yolundan gidiyor ve İsrail’e saldırmakla tehdit ediyor. Orada ne olduğunu ve nasıl sona erdiğini hatırlaması gerekir” dediğini öğrenemediler.
Ortadoğu havasından hiç eksik olmayan barut kokusu iyice yoğunlaşınca, toplumsal tarihinde 6-7 Eylül gibi kara günler olan Türkiye’de de hissedilecektir.
Hal böyleyken, Meclis gündeminde HÜDA-PAR’ın 4 bin kadar Yahudi vatandaşın İsrail’e giderek soykırım suçu işlediği iddiası ve vatandaşlıktan çıkarılmaları talebiyle verdiği bir yasa teklifi var!
İsrail’in katliamlarına insanlık adına karşı çıkıyoruz. Türkiye’de, zor zamanlarında kucak açmakla övündüğümüz Yahudi vatandaşlarımızın sayısı 15-20 bin kadar. Türkiye pasaportu da taşıyan 4 bin kişinin Gazze’de soykırım suçu işlediği iddiasının ne kadar doğru olduğunu bir yana bırakıyorum. Ancak, ülkeyi saran havadan ürken, korkarak yurtdışına çıkan, İstanbul’dan, İzmir’den uzaklaşıp güvenlik arayan Yahudi vatandaşlarımız olduğunu biliyorum. Gazze’de yaptıklarından dolayı İsrail’i lanetlemek ne kadar vicdani ve insani bir sorumluluksa, bu ülkenin Yahudi vatandaşlarının korkusuz uyumalarını sağlamak da bizim için o kadar insani bir sorumluluk, iktidar için de vatandaşlarına karşı yükümlülüktür!
https://www.birgun.net/makale/ankara-tel-aviv-yaylim-atesi-ve-yahudi-vatandaslarimiz-548351
Ankara’nın İsrail’e yönelik açıklamalarının ciddi bir uyarı mı yoksa hamaset mi olup olmadığını sorgulamalıyız.
Türkiye gerçekten Erdoğan’ın dediği gibi İsrail’e askeri olarak girebilir mi? Şayet olmaz ama tam da öyle bir çılgınca yola girerse ABD Altıncı Filosu, F-35’ler, İsrail’in nükleer başlıkları, İngiliz, Alman ve Fransız silahlı kuvvetleri, Yahudi sermayesi ve entelektüelleri ne olacak?
Bunlar sadece boş mu duracak, elleri armut mu toplayacak? Tüm bu güçler İsrail’in yanında harekete geçtiğinde Türkiye ne yapabilir?
Erdoğan bunu düşündü mü? Bu hassas ve tarihi güç dengeleri göz önünde bulundurmadan yapılan retorik açıklamalar, sadece cepheyi genişletmeye ve Türkiye’nin manevra alanını daraltmaya hizmet ediyor. Türk ekonomisinin kırılganlığını daha da arttırıyor, risk primlerini yükseltiyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Erdoğan’ın stratejik düşünmeden yaptığı izlenimi veren bu tarz çıkışlar yüzünden elinin ne kadar zayıflatıldığını fark etmiyor mu?
https://yetkinreport.com/2024/07/30/israil-ve-turkiye-gercekcilik-rafa-mi-kaldirildi/
Ne olursa olsun, Vakko’nun Türkiye’nin hayatındaki yeri yok edilemez ama. Ben çocukken Vakko’dan eve kumaşa basılı yıllık takvimler gelir, anneannem de onları yeniden değerlendirerek yastık yapardı. Vakko’nun bir ideali temsil ettiği, Vakko logosunun mutluluk verdiği, ulaşılması gereken bir hedef olarak heyecanlandırdığı bir evde büyüdüm ben. Vakko kutusu Türkiye’deki pek çok başka ev için de özel günlerin, başarının, mutluluğun simgesidir.
İçindeki üründen değeri daha kıymetli olan hediye paketini, alışverişte iadeyi, evde alışverişi, mağazaya girer girmez potpouri kokusundan yaşanan baş dönmesini hep Vakko’yla tattık. Sanat günleri, spor müsabakaları, özel radyo da Vakko’nun çatısında yetişti. Hayat kalitemizi hep biraz daha yukarı çekmek, bizim başkalarından geri kalan zevklerden mahrum olmamamızı sağlayan bir misyonu oldu Hakko ailesinin. Bambaşka şeyler yapabilirlerdi, ama ömürlerini Türkiye’de yaşam kalitesinin çıtasını biraz daha yükseltmeye harcadılar. Dünyanın herhangi bir yerinde olabilecek imkanları varken Türkiye’de kalmayı, Türkiye’nin markası olarak kalmayı tercih etmeleri de gözden kaçırılmamalıdır. Vakko, iyi ya da kötü bir kıyafete indirgenmeyecek kadar önemlidir Türkiye tarihinde.
Bu aşamada artık bu Olimpiyat kostümleri de beğen-beğenme meselesinin çok ötesine geçmiştir. Artık Vakko’ya sahip çıkmak entelektüel bir görev, ahlaki bir zorunluluktur. Normalde aklımın ucundan geçmezdi. Ama ilk iş kendi adıma Vakko’nun bu kostümlerinden edineceğim. Hem artık tarihi ve simgesel bir anlamı da var. (Bu yakınlarda Paris’e gelen ve valizinde yer olan varsa haber versin lütfen.)
Türkiye’deki fanatiklerin eline zaman zaman dünyanın aslında en çirkin insanları olmadıklarını gösterme fırsatı geçer, ama bu fırsatı hemen her zaman harcarlar. Günlerdir Vakko’ya yönelik başlatılan iğrenç, anti-semitik, nefret dolu saldırılarla pespayelikte şampiyonluğu yine kimseye kaptırmıyorlar. Her geçen gün çıtayı nasıl biraz daha aşağı çekebiliriz, nasıl daha da nefreti körükleriz yarışması düzenleniyor Türkiye’de.
Kendi ülkemden utandığım ve bu anların sık sık tekrarlandığı zamanlarda keşke bu topraklar taksitle Çin malı akıllı telefon alıp yarım yamalak kullandıkları ana dilleriyle hayatta sadece sosyal medya hesabı açmayı başarmış insanların filizlenmesine imkan tanımak yerine, Yahudilerine sahip çıksaydı da bir-iki tane daha Vakko’muz olsaydı diye düşünüyorum.
https://www.bbc.com/turkce/articles/clmymlgj0kgo
Geçen Nisan’da İsrail, Şam’daki İran konsolosluğunu vurdu. İsrail de yanıt verdi. Levent Kırca yaşasaydı, İran’ın buna verdiği yanıttan hoş bir skeç yapardı. Dağ, solucan bile doğurmadı. ABD, General Kasım Süleymani’yi öldürdüğünde İran yine yanıt vermişti. Bırakalım Allah aşkına… Brütünü darasını alınca ortada yanıt manıt yoktu.
Bunun sebebi basit. İran’ın kapasitesiyle hayalleri örtüşmüyor. Çıkarttığı sesle kantarda çektiği ağırlık birbirini tutmuyor. Senelerdir bu denli ağır kayıplar verip karşılığında boş tehditler savurmasının nedeni bu. Haniye’nin ölümü, İran’la İsrail’i bir savaşın eşiğine getirmez. Çünkü İran, kendi iradesiyle İsrail’le hiçbir zaman savaşa girmez.
İran-İsrail savaşı ancak İsrail’in iradesiyle başlar. İsrail bunu gayet iyi bildiği için, İran’ın sinir uçlarıyla korkusuzca oynuyor. Onu provoke ediyor. Haniye ya da Şükür cinayetleri gibi olaylarla haysiyetini kırıyor. İran da bu saygısızlıklara karşılık, kapasitesi el verdiğince 1979’dan beri takip ettiği yayılmacı siyaseti sürdürmeye, tekeri döndürmeye çalışıyor. Kendi halkına sanki yanıt verildiği yalanlarını yutturmaya kalkıyor. Caddelere “merak etmeyin öcümüz alınmıştır” türünden afişler asıyor.
https://www.gazetepencere.com/kose-yazilari/iran-balonu-624718h
Haniye’nin öldürülmesi, sadece bir suikast değil, aynı zamanda İsrail’in bölgeye ve özellikle İran’a vermek istediği çok katmanlı bir mesaj mahiyetinde. Haniye,İsrail’in daha önce kamuoyuna açıkladığı “ölüm listesi”nde yer alan önemli bir figürdü. Bu suikastın İran topraklarında gerçekleştirilmesi, olayın sembolik önemini daha da artırıyor. Öncelikle İsrailli karar vericiler, uzun zamandır bölgedeki bütün grupların İran’la aralarına mesafe koymalarını, İran’a güvenmemelerini ve İran’la işbirliğine son vermeleri gerektiğini vurguluyordu. Birçok İsrailli sosyal medya hesabı da bu olayı “İran’la yakınlaşmanın bir sonucu” olarak servis etti.
Suikastın bir diğer amacı, İran’ı “kendi topraklarında bile misafirlerini koruyamayan” bir ülke konumuna düşürerek psikolojik üstünlük elde etmek. Bu olay İran’ın güvenlik altyapısının zayıflığını gözler önüne sererken ülkenin caydırıcılık gücüne de ciddi bir darbe vurdu. Keza İbrahim Reisi’nin cenazesine gelen “direniş cephesi” üyeleri, iki gün süren bir toplantı gerçekleştirmişlerdi. Bu suikasttan sonra artık böylesi bir toplantının aynı açıklıkta tekrarı mümkün olmayacaktır. Suikastın zamanlaması oldukça önem arz ediyor. Zira eylemin, uluslararası katılımlı bir tören sonrasında gerçekleştirilmesi, İsrail’in caydırıcılığını yeniden gösterme çabası olarak yorumlanabilir. Bu hamle, katılımcılara dolaylı bir tehdit mesajı vererek İran’ın güvensiz olduğu algısını pekiştirmeyi amaçlamış olabilir.
Diğer yandan Haniye’nin barış görüşmelerini yürüten kilit bir figür olması da olayın bir başka önemli boyutu. Barış müzakerelerini yürüten bir isme karşı yapılan bu eylem, İsrail’in barış sürecine bakışı hakkında net ipuçları veriyor. Bu eylem, İsrail’in barış veya ateşkes arzusunda olmadığı, eylemlerini sürdürmekte kararlı olduğu ve İran’la artacak bir gerginlikten çekinmediği gibi birçok başka mesajı da içeriyor.
Son olarak bu suikast, yapısı itibarıyla İbrahim Reisi’nin ölümünün de bir suikast olduğu düşüncesini güçlendirdi. Zira Haniye gibi üst düzey bir isme adeta “cerrahi” denilecek bir hassasiyette gerçekleştirilen bu eylem, Reisi’nin helikopteri konusunda da pekâlâ yapılmış olabilir. Reisi’nin kazasında da aydınlatılmayı bekleyen çokça soru bulunuyor ve ne Haniye suikastının ne de helikopter kazasının detayları İranlı makamlarca paylaşıldı.
https://www.perspektif.online/iran-haniye-suikastina-savasa-yol-acacak-bir-cevap-vermeyecektir/
İranlı siyasi analist Farshid Bagherian, Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin suikast sonucu öldürülmesinin ardından İran - İsrail arasındaki gerilime dair yaptığı değerlendirmede sosyal medyaya yansıyanın aksine İran’ın İsrail’e füze göndermediğini belirterek; “Herhangi bir füze gitmedi. Sadece ‘Dünyanın şaşıracağı operasyonlar olacak’ dediler. İran konsolosu vurulduktan sonra bile kapalı bir saldırı düzenledi ve ‘yeterli’ dedi. İran savaşa girmek istemiyor ekonomisi de kaldırmaz” ifadelerini kullandı.
İsrail'e gelince…
Hepimiz şunu biliyoruz değil mi…
Türk ordusunun İsrail'i vurmaya kalkması, asker göndermesi Libya'ya asker göndermesiyle aynı şey değil.
Bir dünya savaşı nedeni bu…
Karşınızda İsrail Hava Kuvvetleri var.
Anadolu geminize İHÜ'ları koyup Gazze sahiline göndermeye kalkarsanız karşınızda Altıncı Filo'yu, İngilizleri, Fransızları bulursunuz.
Biz bir vurursak, onlar üç vuracak.
Biz İsrail'in alt yapısını vuracağız, onlar bizimkini…
Peki ne uğruna?
Gazze halkına bir faydası olacak mı?
Böyle bir müdahale Gazze halkını kurtarmaz, daha da büyük felakete götürür.
Sonucunu da hepimiz biliyoruz.
Alt yapısı vurulmuş Türkiye'ye 2-3 milyon da yeni göçmen…
Nasılsa biz Ensarız, onlar Muhacir…
Türkiye, Gazze çatışmalarının başladığı andan itibaren, bir süredir ilişkilerinin olumlu yönde ilerliyor olmasına rağmen, İsrail aleyhtarı sert bir siyaset izlemiştir. İlginçtir ki, çoğu Türk vatandaşı, aynı biçimde karşılık bulmadığı aşikar olmasına rağmen, Filistinlilerin sıkıntılarına yakınlık duymaktadır. Bu bakımdan, Türk hükümetinin İsrail karşıtı bir çizgi izlemesi anlaşılabilir. Ancak hükümetin Filistin sorununu ülkenin bir numaralı sorunu seviyesine yükseltmesinin, dikkatleri vatandaşların çektiği iktisadi sıkıntılardan uzaklaştırmayı amaçlamasından kaynaklanması muhtemeldir. Aslında iç desteği zayıflayan hükümetlerin dış siyaset alanına dönmeleri ve kamuoyunun destekleyeceği konular arayıp bulmaları sık görülen bir davranıştır. Ancak böyle bir girişimin çok itinalı yürütülmezse, bir ülke pahalı ve karmaşık süreçlere sürüklebilir.
Neler yapabileceğini araştıran Türk hükümeti, önce Amerikan Kongresi’ni taklit ederek bir Filistin liderini Büyük Millet Meclisinde konuşturmayı denedi. Aslında Amerikan Kongresi kendisini Netanyahu’nun dalkavuğu durumuna düşürdüğünden, benzer bir girişime kalkışmanın ne kadar akıllıca olduğu tartışılabilir. Tecrübeli bir siyaset adamı olan Abbas cevap vermekte acele etmeyince, bazı siyasetçiler merhum Haniye’nin davet edilmesini istediler. Her ne kadar Türkiye öyle düşünmese de, birçok ülke Hamas’ı bir terör örgütü olarak kabul ediyor. Sürekli olarak dost ve müttefiklerinin Türkiye aleyhtarı terör örgütlerine dostça yaklaşmamasını isteyen bir ülkenin, başka ülkelerin terörist diye tanımladığı örgütlerin yetkililerine davetiye çıkarırken dikkatli olması, bu tür davetlere her zaman karşılık verilebileceğini unutmaması gerekmektedir.
Derken, Cumhurbaşkanının İsrail’e karşı savaş açabileceğine ilişkin demeci geldi. Askeri kabiliyetler ve bunların kullanımı konularında pek az bilgi sahibi olanlar bile, bu fikrin gerçekleşmesinin neredeyse olanaksız olduğunu, ülkeye katlanamayacağı maliyetler yükleyeceğini ve muhtemelen başarısızlıkla sonuçlanacağını söyleyeceklerdir. İnandırıcılığını güçlendirmek için, Cumhurbaşkanı Libya ve Azerbaycan’da Türk kuvvetlerinin mücadeleye ansızın katıldığını açıklayarak, savaşın akışını değiştirdiklerini ima etti. Azerbaycan ise kibar bir şekilde kısa süre önce Ermenistan’la yaptığı savaşa başka herhangi bir ülkenin askeri gücünün katılmadığını açıklamak mecburiyetinde kaldı. Cumhurbaşkanı iyi düşünülmeden söylenen sözlerle muhtemelen ülke içine seslenmekteydi. Maalesef, ülke dışındaki bazı aktörler bu beyanı ciddiye alırken diğer bazıları da ciddiye almış gibi görünerek Türkiye’ye saldırmaya yöneldiler. Evet, hükümetler dış siyaseti de iç siyasette kullanabilecekleri bir kaynak olarak görebilirler, ama bu yol tehlikelidir. Bazen hükümetler söylediklerinin esiri durumuna bile düşebilirler. En güvenilir yol, iç ve dış siyaseti birbirine hiç karıştırmamaktır.
https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/bu-iki-konu-birbirine-hic-karistirilmamali/758785
Cumhurbaşkanın sözleri, Batı ittifakı içinden İsrail'e 76 yıllık tarihi boyunca gelen ilk saldırı tehditi olması sebebiyle çok talihsiz olmuştur. Türkiye İsrail'e, Libya ve Karabağ'a müdahale ettiği gibi nasıl saldıracakmış, doğrusu birinin açıklaması lazım. Aksine, Sayın Erdoğan'ın sözlerini ödünç alırsak böyle bir saldırıyı "yapmamak için" ortada her türlü sebep var. İsrail'i veya Netanyahu'yu eleştirmek başka, İsrail'i kuvvet kullanmakla tehdit etmek başkadır. Eğer bu sözler maksadını aşar şekilde belagatin şehvetiyle söylemişse bir an önce tevil edilmelidir. Aksi takdirde bundan sonra Washington'da veya diğer önemli Batı başkentlerinde muhatap bulma şansımız iyice azalır ve Türkiye yalnızlaşarak Orta Doğulu bir devlet muamelesi görür.
Yazının ilginçliği, savaşın yayılma endişesinin konuşulduğu bir sırada seçilen başlığından: “Barış sesleri birlikten güç bulabilir.”
İlginçliği artıran ise makalenin yazarı: Ronald S. Lauder…
Lauder bir iş insanı. Dünyanın en bilinen kozmetik firması Estée Lauder’in sahibi. Şahsi serveti 4.5 milyar dolar…
İş insanı ama siyasetle de yakından ilgili Lauder. Bir ara -1984’te- ABD savunma bakan yardımcılığı yapmış, Avusturya’ya büyükelçi olarak gönderilmiş, Cumhuriyetçi Parti’den New York belediye başkanlığına aday olmuş…
Netanyahu da onu Suriye ile arayı düzeltme girişiminde kullanmış.
Lauder 2007 yılından beri World Jewish Congress’in (WJC, Dünya Yahudi Kongresi) başkanlığını yürütüyor…
Suud sermayeli gazetenin birinci sayfasında yayımlanan makalesinde, Lauder, çatışmacı bir ortamda ‘barıştan’ söz ediyor. Dediğine göre, İsrail ile komşuları arasında bölünmeyi gerektirecek bir durum yokmuş; esas sorun barıştan yana olanlarla barışa karşı olanlar arasındaymış…
Araplar ile Yahudiler sonuçta Hz. İbrahim’in torunları değil miymiş?
WJC başkanı, şu anda yaşananların anti-Semitizm ile birlikte İslamofobi’yi de azdırdığını, bunun önüne geçmek için Musevi, Hıristiyan, Müslüman olarak el ele vermek gerektiğini söylüyor…
‘İki devletli çözüm’ yanlısı olduğunu ileten Lauder, bölgede bir ‘Ortadoğu NATO’su’ kurulması ve Filistinliler için Marshall Planı başlatılması teklifinde bulunuyor.
Yazıyı okurken “Bu adamın on aydır devam eden İsrail’in Gazze’ye saldırılarından haberi yok mu?” düşüncesi aklımdan geçmedi değil.
Haberi varmış. Yazının sonlarına doğru, 7 Ekim ve sonrasında yaşananları barış karşıtlarının tetiklediğini belirtiyor.
Ne oluyor? Savaş iyice kızışmışken, çok etkili bir Yahudi örgütünüm başkanı, barış çağrısında nasıl bulunabiliyor? Yoksa, bizim gözlemleyemediğimiz bir şeyler mi pişiyor arka-planda?
İsrail’in, kendi varoluşuna karşı tehdit olduğunu ileri sürdüğü ülke ve gruplara karşı (milyonlarca sivil Filistinlinin yaşam hakkını açıkça tehlikeye atan) saldırıları bölgede uzun süredir devam eden bir yara.
Tahran, her ne kadar kendisini frenlemeye çalışsa da yakında Hizbullah ve Husiler üzerinden İsrail ile daha yoğun bir çatışmaya çekilmesi ihtimal dışı değil.
Bu durum, çatışmanın giderek sınırlarımıza yaklaşmasına, milli güvenliğimizin tehdit edilmesine yol açacağı, milyonlarca yeni mülteciyi sınırımıza yigacağı için kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de ciddi şekilde etkiliyor.
Duygusal patlamaların ulusal politikaları belirlemesine izin vermenin, uzun vadede daha büyük sorunlara yol açabileceğini biliyoruz. Türkiye, tabii ki tarihi bağları, coğrafi konumu ve kültürel yakınlığı nedeniyle, olup bitenlere kayıtsız kalamaz.
Ancak, geçmişteki müdahalelerinin, milyonlarca mülteciyi ülkemize yönlendirdiğini, ülkemizin istikrarını tehlikeye attığını, büyük ekonomik ve sosyal külfet yarattığını gördük, görüyoruz.
Arap ülkeleri, tarih boyunca karşılaştıkları tehditler karşısında birlikte hareket edebilmek için ortak zemin bulamadı, şimdi de yok öyle bir anlayış birliği.
https://yetkinreport.com/2024/08/02/bu-bizim-savasimiz-degil/
Hamas lideri İsmail Haniye’nin suikasta uğramasının ardından Tahran ve Tel Aviv arasında tırmanan gerilimi, bölgesel savaş riskini ve Türkiye’ye etkilerini İsrail dış politikası uzmanı Dr. Remzi Çetin Cumhuriyet’e değerlendirdi.
İran’ın olası operasyon hazırlıklarını “duyurarak” yaptığına değinen Çetin, “İsrail, altı gün süren 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan beri önleyici müdahaleyi öne alır. Yani “düşman” harekete geçmeden, tehdidi İsrail topraklarına ulaşmadan bölgede yok eder. İran ise neredeyse tüm dünyaya davullu zurnalı ilan ediyor. Bunlar İran’ın askeri kabiliyetlerine şüpheyle yaklaşmamıza neden oluyor, bölgedeki askeri ve siyasi caydırıcılığına da zarar veriyor” dedi.
İran ve İsrail’in defalarca karşı karşıya geldiğini anımsatan Çetin, “Yakın dönemde elbette İran’ın İsrail’e karşı imajını düzeltmek amacıyla bir yanıtı olacaktır. Daha önce İHA’larla saldırmıştı ama bu İran’ın imajını sarsmıştı. İran sadece yanıt olsun diye karşı saldırıya geçiyor, o yüzden ciddi anlamda bölgesel bir savaşa dönüşeceğine ihtimal vermiyorum” diye konuştu. Şartların henüz olgunlaşmadığına dikkat çeken Çetin, İran’ın yanıtının Rusya’nın izin vereceği ölçüde olacağını belirterek Tel Aviv ve Moskova arasındaki derin ilişkiye vurgu yaptı.
https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/turkiye-uzlasmaci-bir-dis-politika-izlemeli-2234415
Herkes Gazze’ye, Lübnan’a, İran’a odaklanmışken, iki gün önce yaşanan inanılmaz bir olay İsrail'deki çürümeye çok somut bir örnek oluşturdu ve özellikle Netanyahu hükümetine karşı olan İsrail gazetelerinde baş haber oldu.
Özetle; dokuz İsrailli asker, askeri bir üste bir Filistinli tutukluya işkence ve tecavüz ediyorlar. Başka İsrailli askerler olaya müdahale ediyor ve askeri inzibat işkenceci grubu gözaltına almaya geliyor.
Dokuz asker üsteki barakalarına sığınıp, kendilerini tutuklamaya gelen askeri inzibata biber gazı da sıkarak direniyorlar.
İşkenceci asker grubu bu arada sivildeki arkadaşlarına telefonla haber verip yardım istiyor. Bu çağrıya yanıt veren, aralarında aşırı sağcı hükümetin resmi yetkililerinin de bulunduğu düzinelerce yerleşimci ve aşırı sağcı, iki askeri üssü (Sde Teiman ve Beit Lid) basıyor. Bu konuda sosyal medya ve basında yer alan görüntüler gerçekten inanılmaz.
İsrailli sivillerin bir İsrail askeri üssünü basıp bir grup işkenceci ve tecavüzcü İsrailli askeri kurtarmak için diğer İsrailli askerlerle karşı karşıya geldikleri bu olayda Başbakan Netanyahu önce “İsrailli vatanseverlere” (üssü basanlara) duygularına hakim olmaları çağrısında bulundu, gelen tepkiler üzerine de, bir sonraki gün, üssü basanları kınayan bir açıklama yaptı.
Bir toplumun ve silahlı kuvvetler gibi önde gelen devlet kurumlarının bu durumlara düşmüş olmaları tabi sadece İsrail’e mahsus değil.
Aşırı uçların, din, mezhep ve ideolojik sadakat temelli grupların devlet kurumlarına ve dolayısıyla devlete çöktüğü her yerde aynısı ve daha fazlası yaşanabiliyor, çöküş, öyle ya da böyle, kaçınılmaz oluyor.
https://t24.com.tr/yazarlar/omer-onhon/operasyonel-becerilerine-karsin-israil-su-aliyor,45851
https://www.eurotopics.net/tr/323923/erdogan-dan-israil-e-tehdit#
https://www.perspektif.online/netanyahu-40-bin-filistinli-olduruldugu-icin-mi-alkislaniyor/
İsrail'in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost'tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024'te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim'i "yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı" olarak nitelendirdi.
Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları "Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup"ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:
“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim'de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost'u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir.
Ancak Holokost'un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin'deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin'de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”
https://www.birgun.net/makale/tarihsel-ve-siyasal-bir-perspektiften-7-ekim-548382
27 Temmuz’da, Golan Tepeleri’ndeki Mecdal Şems kasabasına gerçekleştirilen roket saldırısında çoğu çocuk 12 kişi hayatını kaybetti ve birçok kişi yaralandı. İsrail Savunma Kuvvetleri, roketlerin Lübnan’ın güneyinden fırlatıldığını ve saldırının Hizbullah tarafından gerçekleştirildiği iddia etti. Hizbullah ise bu suçlamayı kesin bir dille reddetti.
İşgal altındaki bölgede yaşayanlar, İsrail vatandaşı olmayan Dürziler, saldırının failinin İsrail olduğunu düşünüyor. Cenaze törenine katılmak isteyen İsrailli yetkililerinin, köyün sakinleri tarafından “katil, defol” sloganları eşliğinde Mecdal Şems’e girmeleri engellendi.
İsrail’in, sivillere yönelik bu saldırıyı Lübnan’a saldırma bahanesi olarak kullanmak üzere düzenlediği de iddialar arasında. Bu olayın tam da İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ABD ziyareti esnasında olması ise şüpheleri artırıyor. Bölgede stratejik ve politik manevralar, liderlerin yurt dışı ziyaretleri sırasında daha belirgin hale gelebiliyor. Bunun nedeni, İsrail’in dış politikadaki pozisyonunu güçlendirmek ve planladığı gelecek adımlarını atmadan önce onay almak istemesi olabilir. Zaten Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü “İsrail, güvenliğine yönelik ciddi tehditlerle karşı karşıya ve İsrail’in güvenliğine olan desteğimiz, Lübnan Hizbullah’ı da dahil olmak üzere İran’ın desteklediği tüm gruplara karşı katı ve sarsılmazdır” açıklamasında bulunarak kayıtsız şartsız desteğine devam etti.
https://www.perspektif.online/durzi-koyunde-kurulan-oyun-bolgesel-atesi-harlayabilir/
https://fikirturu.com/jeo-politika/haniye-ve-sukur-suikastlari-nelere-yol/
Kimilerine şaşırtıcı gelebilir ancak İran, İsrail’in çok kolay operasyon yaptığı bir ülke. İran’ın eski İstihbarat Bakanı Yunesi, İsrail’in İran’ın pek çok devlet katmanına sızdığını ve adam devşirebildiğini söylemişti. İran’ın eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, kendi döneminde İran İstihbarat Bakanlığı’nın İsrail’le mücadeleden sorumlu en üst düzey görevlisinin İsrail ajanı olduğunu söylemişti. Devrim Muhafızları Ordusu’nun eski genel komutanı olan General Muhsin Rezai, İsrail’in İran devletinin kılcal damarlarına kadar sızdığını söylemişti. İsrail’in İran Rehberi Ayetullah Hameneyi’nin ofisine bile ajan soktuğu biliniyor.
İsrail hem İran devleti içinden hem yerel halktan hem de İran’ın içindeki rejim karşıtlarından çok kolay ajan devşirebiliyor, yerel işbirlikçiler bulabiliyor, operasyonlarına mühimmat ve insan gücü bularak lojistik destek sağlayabiliyor. 2020 yılında İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’nin suikastında Süleymani’nin Şam’dan Irak’a gelişinde kullandığı ve kırıp attığı 6 sim kartın ve kullanması muhtemel tüm telefon hatlarının İsrail tarafından tespit edilip an be an izlendiği biliniyor. Bu durum İran devleti içinden devşirilen yerel işbirlikçiler olmadan mümkün değil.
İsrail bugüne kadar hem İran unsurlarına yönelik hem de Filistin hareketinin liderliğine ve kilit unsurlarına yönelik dünyanın her yerinde nokta atışı suikast saldırıları düzenledi ve hedefli saldırı stratejisini bir devlet politikası haline getirdi. Ancak; konuya İran içinde yapılan saldırılar bağlamında bakıldığında, İsmail Haniye suikastıyla birlikte İsrail Filistin hareketi liderliğine yönelik ilk kez İran’ın içinde böylesi üst düzey bir suikasta imza attı.
https://yeniarayis.com/savasporgham/iran-neden-ismail-haniye-suikastina-cevap-vermek-zorunda/
2’li Görüş’te bu hafta Aybike Boyacıoğlu konukları İlkan Dalkuç ve Gökhan Çınkara’ya İsmail Haniye’nin öldürülmesi, Filistin siyasetindeki dinamikleri, ABD’nin bölgedeki rolünü konuşuyorlar.
https://www.youtube.com/watch?v=i57iVe81lTY
2023 Ekim ayının sonunda Hamaslıların İsrail'de bir müzik festivalinde eğlenlere saldırması, kimini katledip, kimini esir alıp götürmesiyle başlayan savaş sürüyor. Coğrafyamıza yakınlığı, çeşitli açılardan etkilenmemizin olasılığı, bu savaşı gereğince soğukkanlı ve objektif bir şekilde irdelememizi gerektirmektedir.
İsrail'in o tarihten bu yana sürdürdüğü askeri operasyonları "orantısız" olarak nitelendirenler, sivil can kayıplarının çok fazla olduğunu belirtenler, birçok ülkede İsrail yöneticilerini kınayan mitingler tertip ediyorlar.
Silahlı çatışmalarda orantılı olmanın geçerliliği ve sivillerin gözetilmesi konusunda uyulması gereken standartlar nedir? Bu konuda yapılmış yayınlara baktığımızda savunma amacıyla güç kullanımı hem gerekli hem de orantılı olmalıdır. Ancak, ötedenberi devam etmekte olan silahlı çatışma bağlamındaki saldırılar, aynı sınırlamalarla bağlı değildir. İsrail devleti, Hamas'ın 2023 Ekim'deki saldırısına verdiği tepkinin, eskiden beri devam eden silahlı çatışmanın bir parçası olduğunu ve bu nedenle burada Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, 7. Bölüm, 51. maddede belirtilmiş olan meşru müdafaa gerekçesinin geçerli olduğunu belirtiyor. İsrail, sivil kayıpların çokluğunu, Hamas'ın silahlı elemanlarının, hastane, okul gibi sivil odaklarda konuşlanmış olmasına bağlıyor.
Mecdel Şems saldırısı, Hizbullah yapsın ya da yapmasın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için büyük bir fırsat oldu. Bilindiği gibi Netanyahu, Gazze Şeridi'ndeki İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için Hamas'la bir anlaşmaya varılması konusunda ülke içinde büyük bir baskıyla karşı karşıya. Hem Hizbullah hem de İran'la gerilimi tırmandırmak ya Netanyahu'nun iç baskıdan kurtulmasına yardımcı olabilir.
Hizbullah, İsrail'in herhangi bir noktasına ulaşabilen füzeleri, insansız hava araçlarıyla Hamas'tan daha güçlü bir ateş gücüne sahip olmakla kalmayıp, örgütün Levant ile Yemen'deki bölgesel müttefikleri de yardımına koşarak savaş yorgunu İsrail için çatışmanın maliyetini artırabilir.
Ancak böyle bir çatışmada en çok kaybedecek olan Hizbullah olacaktır. Çünkü örgüt, geçen yıl 8 Ekim'de İsrail'i baskı altına almak ama topyekûn bir savaşı tetiklememek üzere tasarlanmış sınırlı saldırılarla çatışmaya katılmıştı. Bu ihtiyatlı çatışma parametrelerinin Hizbullah'a pahalıya mal olduğu, Lübnan tarafında yüzlerce savaşçı, komutan iile sivilin öldürüldüğü, İsrail'in ise birkaç düzine asker, sivil kaybettiği kanıtlandı.
Hamas’tan çok Hizbullah’ın işinin zor olmasının nedenleri bunlar.
https://halktv.com.tr/makale/haniye-suikasti-hamasi-zorlamaz-zorluklar-hizbullahi-bekliyor-857780
Körfez ülkelerindeki yöneticiler rejimin istikrarı ve İsrail’le olan bağları arasında sıkışıp kalırken, Gazze’ye yönelik destek açıklamaları susturuldu. Ürdün, hükümet karşıtlığına dönüşme tehlikesi taşıyan Filistin yanlısı öfkeli protestoları kontrol altına almakta zorlanıyor. Mısır Cumhurbaşkanı, kısa bir süreliğine Gazze yanlısı protestolara izin verdi ancak bazı kalabalıkların şu sloganları attığı görüldü: “Ekmek, Özgürlük, Sosyal Adalet”. Filistin dayanışmasına yönelik baskılar İsrail’e de sıçradı ve hükümet hem İsrailli Yahudileri hem de Filistinli İsrail vatandaşlarını hedef aldı.
Çatışma şu anda düşünebildiğim en kötü “peki buna ne diyeceksin” vakalarından birinde de kullanılıyor. Bazıları, geleneksel İsrail karşıtı tutumu nedeniyle Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın halkına karşı sürdürdüğü savaşı tartışmanın kabul edilemez olduğunu savunuyor: “İsrail’in ne yaptığını gördünüz mü?” Diğerleri ise tam tersini savunuyor: “İsrail Filistinlileri mi öldürüyor? Peki ya Beşar’ın öldürdüğü yüz binlerce kişi?”
Ortadoğu’daki sistematik sorunlar, bir Filistin devleti kurulduğunda sihirli bir şekilde çözülmeyecek. Ama aynı ölçüde, modern zamanların en uzun süreli işgali ele alınmadan daha geniş bir bölgede sürdürülebilir bir ilerleme de sağlanamayacak. Şam’dan Gazze’ye, Beyrut’tan Ramallah’a uzanan sonsuz bir döngüde, adaletsizlik ve cezasızlık birbirini besliyor.
https://www.perspektif.online/ortadogunun-sorunlari-gazzeyi-asiyor/
“Gazze’deki katliamlar başladığından beri faturanın yalnızca Netanyahu’ya çıkarılmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Tabii Netanyahu şeytanileştirmeye çok uygun, şeytanileştirilmesi gereken kötü, kendi çıkarını ülkesinin çıkarından öne koyan – hapse girmemek için – bir adam. Fakat bu Gazze’ye karşı yapılan operasyonu sadece onun şahsına, o kabinedeki aşırı sağcılara, faşistlere bağlamak bana yeterli gelmiyor. Yani burada bir kere 7 Ekim’in sorumluluğunu taşıyan bütün bir İsrail güvenlik ve istihbarat yapısının o hınçla intikam duygusu var. Bir de kuruluşundan itibaren İsrail kendisine yönelik saldırılara çok orantısız cevap vermekle bilinen bir ülke. Dolayısıyla Netanyahu bunun görünen yüzü ama ben arkasında belli bir devlet zihniyeti, güvenlik anlayışı ve Filistinlilere bakış olduğunu görüyorum.
Netanyahu’dan sonra peki siyaseten ne yapacağınızla ilgili bir cevap çıkmıyor. Muhalefetteki Gantz’dan çıkıyor mu? Yakın zamanda Gantz oturmuyor muydu savaş kabinesinde? O nedenle dediğim gibi ben bunu daha sistemik bir şekilde görüyorum. Netanyahu’nun, 7 Ekim’in baş sorumlusu olması gereken adamın, Gazze politikası nedeniyle, karşısındakiler ondan farklı şeyler söyleyemedikleri için ve herhangi bir şekilde liderlik edecek bir kapasite de gösteremedikleri için eskiye göre biraz daha popülerleştiğini görüyorum. Savaşın devam etmesi onun işine geliyor ve bu ateşkesi de bombalamak istediyse onun için bunu yapmışsa da hiç şaşırmam.
Haniye’ye gelince. Onur bey bu Gazze işi Haniye’nin kafasından çıkmadı. Ayrıca Sinvar’la yani bu işin başındaki adamla, beyinle sürekli kavga ettiklerini de biliyoruz. Sinvar’da 40 bin kişi ölmüş 50 bin kişi ölmüş onu umursayan bir tip görünümü vermiyor. Bir kere soruyorlar ona “ne yapalım” diyor. Onun kabul etmeyeceği hiçbir şeyi Haniye zaten imzalayamazdı.
Mesele Sinvar’ın ateşkesi kabul etmesiydi. Muhammed Deif’in öldürülmesi o bakımdan önemli. O da ikinci şahsiyetti. Haniye öldü diye müzakere edecek insan kalmadı değil. Halid Meşal Katar’da, konuşabilir… ama Sinvar’ın onayını almadan da hiçbir şeyi kabul etmeniz mümkün değil.
Bu arada Suudlarla Amerikalılar, öyle anlaşılıyor ki, neredeyse yüzde 99’unu bitirmişler aralarındaki güvenlik anlaşmasının. Amerikalılar açısından bağlanması gereken bir başka gelişme de var, o da İsrail Suud ilişkilerinin normalleşmesi.
Suudların bugünkü koşullarda bu anlaşmayı imzalamak için Filistinlilerle ilgili nispeten somut sayılabilecek bir taahhüt almadan İsrail ile ilişkileri normalleştirmeleri bana pek akla yakın gelmiyor açıkçası. Her ne kadar bunlar despotik devletler olsa bile onların da iyi kötü kamuoyu baskısı var ve bu kamuoyu özellikle liderler üzerinde böyle bir baskı kurmayı her şeye rağmen başarabiliyor. Buna karşı gelmek, biraz fazla sınırları zorlamak olur diye görüyorum. Mısır’ı ve Ürdün’ü hiç saymıyorum bile bu konularda, hatta bütün Müslüman dünyasında, Türkiye’deki tepkileri de… O nedenle evet bu ateşkese milim kaldı denilirken bu suikast gerçekleşti, dolayısıyla benim kafamda İsrail’in bombaladığına şüphe yok. ABD’den gelen açıklamaların aczlerini göstermekten başka hiçbir işe yaradığını sanmıyorum Netanyahu’nun Amerika’dan yeşil ışık alma ihtiyacı olduğu kanaatinde değilim. Çünkü Biden yönetiminin aczini zaten 9 aydır bütün dünyaya gösteriyor bu adam. Netanyahu’nun bir icazet alması gerekmiyor. Biden yönetimi de buna verdiği silahları kesmedikçe, bir şekilde İsraillilerin de canını yakacak birtakım yaptırımlar uygulamadıkça, ki öyle bir ihtimal yok pek ortada, her istediğini yapabiliyor. Arada da Trump’a yatırım yapıyor.”
https://www.diken.com.tr/soli-ozel-haniye-suikastiyla-iran-rejimi-agir-darbe-aldi/
Gordon, dindar Siyonistlerin kuşkusuz siyasi ve askeri elitleri etkilediklerine işaret ederek, "Ama genel stratejiye karar verenler Başbakan Binyamin Netanyahu, Savunma Bakanı Yoav Gallant ve Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi. Bunların hiçbiri dindar değil." ifadelerini kullandı.
King's College London'da kıdemli öğretim görevlisi olan Andreas Krieg, dindar Siyonizmin, azınlık bir görüş olmasına rağmen İsrail'de kamusal ve siyasi söylemi ele geçirdiğini dile getirdi.
Krieg, "Çünkü en çok onların sesi çıkıyor ve belli ki artık parlamentoda, siyasette, yani İsrail'deki kamusal söylemde de destekleri var." dedi.
Son 20 yılda Siyonizm'in giderek radikalleştiğini vurgulayan Krieg, başlangıçta çok daha seküler bir ideoloji olan Siyonizmin güçlü bir şekilde dini tonlara yöneldiğini kaydetti.
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilde-artan-dindar-siyonizm-orduyu-etkisi-altina-aliyor/3290645
3 sene evvel Türkler ve İsraillilerin sürekli mücadeleyle geçen yaşamlarını anlatmıştım. Senelerdir yaşadıkları Filistin terörünün hayatlarını nasıl kararttığını ve bizim bunu nasıl anlayabildiğimizi. Yas tutamamanın bizi nasıl etkilediğini...Bu yazıdan bazı kısımlar paylaşacağım çünkü hiçbir şey değişmiyor:
Biz Ege’de hayatlarını kaybeden kuşlarımızın, solucanlarımızın, sincaplarımızın, kedilerimizin ve köpeklerimizin, ineklerimizin, kuzularımızın, kül olan ağaçlarımızın, yitip giden arılarımızın, kaybolan bitkilerimizin acısını yaşarken, İsrail de, Hamas tarafından atılan füzeler yüzünden çıkan yangınları söndürme derdindeydi. Yangınları söndürme mücadelesinde onlar da canlarını kaybettiler. Terörle mücadele literatüründe, “resilient” yani “dirençli” toplum diye bir kavram vardır. Basit bir şekilde tanımlarsak, bu sıfat, terör eylemlerinin ardından çabucak toparlanıp, günlük hayatına devam edebilen toplumlar için kullanılır. Hem İsrail, hem de Türkiye için bu yakıştırma yapılıyor. Daha yitip giden can parçalarımızın yasını tutmadan, hemen başka bir mücadeleye başlamamızdan, hiç yıkılmayıp, durmadan devam edebilmemizden dolayı bizleri böyle nitelendiriyorlar.
Bir sahne var gözümün önünde… Tel Aviv’de plajda insanlar güneşleniyor. Çocuklar neşeyle dondurma yiyor, bazı kadınlar yüzüyor. Birdenbire başlayan bir füze saldırısı… Ortalık karışıyor. İnsanlar bikinileriyle, çıplak ayaklarıyla koşmaya başlıyorlar. Birkaç saniye önce yüzlerinde parlayan o gülümseme silinip giderken, korkuyla kendilerini yere atanlar, buldukları bir duvarın dibine çökenler… “Neyseki Demir Kubbe var” diyerek bir nebze olsun güvende hissediyorlar; yüreklerine gelip oturan kaygıyı çarçabuk savuşturuyorlar. Akşam geldiğinde Tel Aviv’de barlarda müzik çalmaya devam ediyor, insanlar arkadaşlarıyla yemeğe çıkıyor, ölümün kıyısında gençler dans ediyor.
Yahudiler bizden daha farklı bir tecrübe yaşadılar kuşkusuz. Tarihin en büyük zulmüne uğradılar: Soykırım. Theodor Herzl’ın Avrupa Yahudiliği’nin Avrupa’da bir geleceğinin olmadığı kehaneti yıllar sonra acı bir şekilde kanıtlanmış oldu. Arkasından bir telaşla, can havliyle İsrail’i kurdular. Bu arada soykırım sonrası ABD’ye yerleşmiş olan Yahudi psikiyatristler de travma meselesini kavramsallaştırıp, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) üzerine ilk önemli çalışmaları yaptılar. Bu duruma pek şaşırmamalı. Çünkü o kalp yarasına, o yıkıma bir çare aradılar. Fakat İsrailli Yahudiler soykırımdan sonra aynı varoluşsal kaygıyla Ortadoğu’da yaşamaya devam ediyorlar hala. Her gün anaokullarının bahçelerine bombalı oyuncaklar atıldığını düşünün. Yine de her sabah kalkıp o okullara çocuklarını gönderiyorlar. Veya bir gün önce dans ettikleri, yemek yedikleri bir arkadaşlarını bombalı bir saldırıda kaybediyorlar, onun paramparça olmuş bedenini unutmaya zorlayıp, kayıplarına, kanayan yaralarına sırtlarını dönüp, yürümeye ve gülümseye devam ediyorlar.
Tıpkı bizlerin bir dönem neredeyse her gün bir bomba patlayabileceği ihtimaline rağmen, her sabah otobüslere doluşmamız gibi. Reina’da gözünü kırpmadan onlarca kişiyi tarayan teröristlerin varlığına rağmen, çok değil bir gün sonra hala barları doldurup eğlenebilmemiz gibi. Özellikle son yıllarda hangi erkek bizi hunharca bıçaklayıp bir çöp bidonuna atacak diye düşünmeden hala aşık olmamız gibi… Veya mesela oğlu ölen annelerin, eşini kaybeden kadınların “Onları sevindirmeyeceğim ağlamayacağım” demesi gibi…
https://x.com/DLeilaErtug/status/1819717139701313978
Ortalama bir Türk Yahudisi, İsrail'in Filistin'e yönelik her saldırısında ortalama bir Müslüman Türk'ten çok daha fazla tedirgin olur, huzursuz olur, üzüntü duyar.
Bunun sebebini anlamak için Einstein olmanıza gerek, makul bir zeka seviyesine sahip olmanız yeterli.
Zira İsrail ve Siyonizm ile hiçbir tarihi bağı olmayan; 500 küsur sene önce İber Yarımadası'ndan Türk topraklarına gelmiş, buraları vatan bellemiş; Osmanlı'nın Müslüman-Gayrimüslim çoğu tebaası işgalcilerle iş tutarken Mustafa Kemal Paşa'yı desteklemiş, Cumhuriyet'i özümsemiş, İsrail kurulunca "bizim vatanımız Türkiye" diyerek burada kalmış insanlar bunlar.
Hiçbir ilgileri olmamasına rağmen; iflah olmaz bir cehaletle sürekli İsrail politikaları yüzünden hedef gösterilmeye devam ediyorlar.
En az Çorum'un, Çankırı'nın bir köyündeki Sünni Müslüman Türk kadar bu topraklar üstünde emeği ve varlığı olan; bu toprakların insanlarına da hep fayda getirmiş bir toplum Yahudi yurttaşlarımız.
Paylaştıkları barış mesajının altına üşüşüp samimiyet testi yapma cüretini gösteren dangalakların aileleri, ataları Türk Milleti'ne ne kadar katkı sağlamış? Kaç yıldır bu topraklarda yaşıyorlar? Savaş dönemlerinde, işgal yıllarında ne yaptılar? acaba sorguluyorlar mı!?
Rahat bırakın Yahudi komşularımızı, yurttaşlarımızı.
Maçanız yetiyorsa İsrail orada. Gidin tepkinizi onlara gösterin.
https://x.com/aybaltaci/status/1819377678916431949
Israel'in ihtiyaç duyduğu diplomatik dil bu.
Israel'in aptalca, çocukça tweetlerin atan, diplomasi dışında herşeyi yapan Israel Katz ve dostlarından kurtulması gerek.
Nadav ve benzerlerinin kendi patronlarının yerine geçecekleri gün dünya biraz daha güzelleşecek.
https://x.com/gbehiri/status/1819406626387787900
Sefarad Yahudilerinin çoğu kendilerini Türkiye’de pek az insanın gördüğü kadar Türk görür. Öte yandan siyonizme ilgileri ve sempatileri, önyargılı kesimlerin zannettiğinden çok daha azdır. Siyonizm hakkında ise dünyada hiç kimsenin antisemitistlerden öğrenecek bir şeyi olamaz.
https://x.com/piriltemel5/status/1819374534816158074
Milli İstihbarat Akademisi İsrail’in Gazze üzerinde uyguladığı katliam ile yeniden tartışılmaya başlanan İsrail siyasetindeki fanatik, şiddet yanlısı aşırı sağ ideolojiyi rapor haline getirdi.
Rapora bu linkten ulaşabilirsiniz: https://mia.edu.tr/uploads/f/08022024_1.pdf
https://x.com/miaedutr/status/1819614271182971246
https://www.youtube.com/watch?v=nr9Xc0rkE4k
Yeni romanım Elsa Niego’nun Cenaze Alayı çıktı. Bu defa yaklaşık yüz yıl önce yaşanmış bir olayın içinde dolanıyorum. Türkiye’deki azınlıkların ve adalet arayışçılarının tarihindeki dönüm noktalarından biri; bir cenaze alayı: öldürülen bir Yahudi kadın, Elsa Niego.