“Niçin felsefe?” sorusunun, bir eksiklikten kaynaklandığını, eksik olanı bildiğimize göre eksik olanın aslında var olduğunu söylemiştik. Burada tabii eksikliğini gördüğümüz, aslında mevcudiyetini bildiğimiz için eksik olduğunu düşündüğümüz şey istektir. O eksikliği doldurmanın isteği var içimizde. Felsefe önce bu isteğe cevap vermek yani isteğin kökenini bulmaktır. Çünkü felsefe etimolojik anlamında sevmek, neredeyse aşık olmak demek. Öyleyse, istediğimizin temelinde aslında var olmadığını düşündüğümüz, kendimizde eksik olduğunu düşündüğümüz sevmek, hatta çok daha yoğun duyguların anlatımı olarak aşık olmak, arzulamak var.
Acaba arzulanabilir olan mı arzuya yol açıyor yoksa arzunun bizzat kendisi mi arzulanabilir olanı yaratıyor? Apriori olarak arzu içimizde var mıdır yoksa apriori olarak arzu edilen şey, nesne veya insan veya hayvan mı içimizde arzu duygusunu yaratır? Aşık olduğumuz kişi mi bizde aşk duygusunu uyandırır yoksa apriori aşk duygusu vardır ve biz aşık olduğumuzu düşündüğümüz herhangi bir kimsede zaten apriori var olan aşk duygusunu mu ete kemiğe büründürürüz sadece? Kıskançlık mesela apriori mi vardır? Kıskançlık, kıskanılan hedefi mi yaratıyor?
Bir deney yapılıyor, on bebeğin karşısına aynı oyuncaktan on adet konuyor. Önce herkes sabit duruyor, kimse oyuncağına yönelmiyor. Sonra bebeklerden birisi kendi oyuncağına doğru atlıyor. Diğer bebekler kendi oyuncaklarını bırakıyorlar, aynı olmasına rağmen o oyuncağın üzerine atlıyorlar ve kavgaya başlıyorlar. Burada kıskançlığın apriori olduğunu görüyoruz. Geriye dönersek, aşık olduğumuz kimseyi kendimiz mi yarattığımız veya arzu edilecek olan nesnenin bizim tarafımızdan mı yaratıldığı tartışılabilir. Arzu, eksik olana doğru yönelir. Arzuyu doğuran karşı taraf değil, kendi içimizdeki eksik olana karşı duyduğumuz istektir. Arzulayan aslında arzuladığı eksiğe sahiptir. Öyle ya, insan kendi içinde sahip olmadığı bir şeyi nasıl bilsin de eksik olduğunu tasavvur edebilsin. Eksik olduğunu tasavvur ettiğine göre, eksik olanın ne olduğunu tanımlayabilmiş olması lazım ki onu arasın. Öyleyse diyebiliriz ki; arzulayan, kendinde eksik olana sahiptir. Öyle olmasaydı onu arzulayamayacaktı. Arzulaması için onun varlığından haberdar olması gerekir.
İstek duyan, ötekine ihtiyaç duyandır o zaman. İhtiyaç duyduğuna göre, yok olanı arayan demektir ama yok olanın var olduğunu da bilen demektir. Aksi takdirde insan, varlığını bilmediği bir şeyin yok olduğunu da bilemez, öyle bir istek de duyamaz. İsteğin özü varlıkla yokluğu bir araya getirendir. Mevcut olanın yok olmasından ortaya çıkandır istek. Bilenin temel isteği aslında “cennetin isteği”dir. Marksist ütopyadan liberal ütopyaya, Uzak Doğu’daki kimi ütopyalara kadar, aranan temel olarak - bunu lütfen teolojik anlamda kısıtlamayalım - cennettir. Ama cennetin de bir tarifi vardır. Demek ki istenen aslında bilinendir.
***
Buradan Eros’un tanımına geçeceğim. Eros, Uygarlığın Bunalımı[1] kitabında ölümle yani yok oluşla var oluşun bir araya gelmesi olarak tanımlanmıştır. Eros Thanatos sentezinde yani aşka koşmanın aslında yok olmaya koşmakla, insanın ve toplumun bilinçaltında neredeyse aynı şey olduğunu ileri sürer Freud. Eros, ölümün yani yokluğun yasasının belirlenmesindedir. Platon, Sokrates’in Savunması ve Şölen’inde Eros’un doğuşunu şöyle betimler: Afrodit’in doğduğu gün bütün Tanrılar bir şölendeymiş. Poros (bolluk tanrısı) da aralarındaymış. Şölen bitince Penia (yoksulluk) dilenmeye gelmiş. Kapının eşiğinde durmuş ve beklemiş. Nektar ile sarhoş olan Poros sallana sallana Zeus’un bahçesine gelmiş ve orada sızmış kalmış. Çaresizlik içindeki Penia, Poros’tan bir çocuğu olsun istermiş. Yanına uzanmış ve Eros’a gebe kalmış.
Eros yaşam tarzını ve yazgısını bu kalıtımdan alır. Şöyle devam eder: Bolluk ve yoksulluktan doğan Eros’un talihi de ona göre olmuş. Sevgi (Eros) her zaman yoksuldur. Çoğunluğun sandığı gibi zarif değildir. Tersine, kaba sabadır. Evsiz barksız yalın ayak gezer. Ne yapsın, anasına çekmiş. Buna karşılık babasına çeken tarafı ile de hep güzelin, iyinin peşindedir. Yüreklidir, atılgandır, güçlüdür. Durmadan tuzak kurar. Bilgi tutkunudur. Bütün vaktini felsefe yaparak geçirir. Ne ölümlü ne de ölümsüzdür. Kah yaşam doludur kah can çekişmektedir. Babasından aldığı meziyetle bir çaresini bulup dirilir. Bir şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Bu yüzden Eros, hiçbir zaman yokluk içinde de varlık içinde de değildir.
Eros, biliyorsunuz temel istek. Temel istek de yokluk ve varlığın sentezi, yoklukla varlığın birlikte var olması. Aşkın var olduğunu bildiğimiz için mi aşık oluyoruz? Yoksa aşık olacağımız nesneyi gördükten sonra mı aşık oluyoruz? Kıskanacağımız nesneyi bulduktan sonra mı kıskanıyoruz yoksa zaten kıskanç olduğumuz için mi kıskanıyoruz? Ve aşkı da böylece kıskançlık sürecinin sonunda mı yaratıyoruz?
Eros ölümün, yokluğun yasası altındadır. Uygarlığın Bunalımı kitabımdan iki satır okuyayım; Freud’a göre, Eros Thanatos ikileminde sonsuz var olma ve kendini gerçekleştirme itkisi bireyi ölüme sürükleyecektir. Bu süreç ertelense bile ortadan kaldırılma ihtimali zor görülecektir. Ben burada Freud’un bireysel analizini, toplumsal analize taşıdım. Bugünkü sonsuz ilerleme isteğinin, bireysel ve toplumsal açıdan sonsuz gelişme isteğimizin, varlığının var olduğunu bildiğimize sahip olma isteğinin - bizi yok edeceğini bile bile- sonunda uygarlıkla çatışacağı açıktır. Ve birbirimizle çatışmaya götüreceği açıktır çünkü bu çatışma toplumu sonunda yok olmaya götürecektir.
Hem psikolojik hem de filozofik açıdan bu tatmin edilemez istek ölüme kadar götürebiliyorsa, apriori olan, ölüme taşıyacak olan isteğin bizzat kendisidir. Eros ölümü kendi içinde taşıyor çünkü. Eros bir taraftan yaşama uzanırken, asıl olarak ölüme uzanıyor. Ernest Jones, Freud Hayatı ve Eserleri yazısında şöyle der; okyanusa doğru yok olacağına bile bile koşan ırmaklar gibiyiz hepimiz. Irmak, okyanusa değer değmez yok olur. Okyanus olur çünkü. Eros öyleyse yokluğun yasası altındadır ve durmaksızın ondan kurtulması gerekmektedir.
Var olmayı, Spinoza'nın deyişiyle, conatusu gerçekleştirmeye çalışmaktadır ama yokluk hemen yanı başındadır. O zaman Eros’un yaşamı yeniden icat etmesi gerekiyor. Barthes diyor ki, her canlı ölümü kendi içinde taşır, aynen her meyvenin çekirdeğini kendi içinde taşıması gibi. O zaman diyebiliriz ki, bu arzu hem erkektir hem de dişidir. Onun için belki her zaman kendi çekirdeğini kendi içinde taşır.
[1] Sarfati, Metin. Uygarlığın Bunalımı: Psikanalizin ve İktisadın Kavşağında Bir Analiz Denemesi (2014)