Büyükada´nın en büyük sevdalılarından 94 yaşındaki yazar Viktor Albukrek, onu tanıma fırsatına erişen herkesin “Böyle bir enerji yok” diyerek kendisine nazar boncuğu hediye etmek isteyeceği kadar neşeli bir insan… Müthiş bir mizah duygusuna ve tarihe tanıklık edecek denli net bir hafızaya sahip. O´nun ağzından Adalar´ın geçmişini dinlerken adeta siyah beyaz bir film, gözlerinizin önünde tüm ihtişamıyla eski güzel günlerden sizlere muhteşem bir kesit sunuyor. Albukrek´in ´Bir Zamanlar Büyükada 1931-1961 Anıları´ kitabının da 5. baskıya girecek başarıyı yakalamasına bu yüzden şaşırmamak lazım. Değerli yazar ile, ŞALOM için gerçekleştirdiğimiz sohbette, Adalar´ın tarihten bugüne değişimini, Türkiye ile olan güçlü bağını, yazarlık, koleksiyon sevdasını ve “Biz Nimet´le 68 sene boyunca iki değil, bir kişiydik” dediği ebedi aşkını konuştuk.
Fotoğraflar: NİHAT ÖZDER
Zamanın Tanıkları Yaşayan Efsaneler röportaj dizimizde 1931 Mayıs’ında, iki aylıkken Büyükada’ya gelen ada sevdalısı Viktor Albukrek ile beraberiz. Viktor Bey; kitaplara, sergilere dönüşecek denli büyük bu sevdanızın hayatınızda teşkil ettiği yer nedir desek…
Bunun esası aslında anılarımla olan bağım. Hiçbir zaman kopamadım. Bugün dahi dün ne yaptığımı hatırlamaya bakıyorum ve inanır mısınız, bugün çocukluğumu daha zevkle yaşıyorum. Çünkü emekliyim, yıllarca bütün bu hatıralarımın yok olduğunu sanmıştım. Emekli olduktan sonra hepsi su yüzüne çıktı. Hatta eskileri daha berrak görüyorum. Eskiye bağlılığım -gerek eşyalara, gerek aileye- beni dünü unutmamaya sevk ediyor. Eşyalarımı da, hatıralarımı da, düşüncelerimi de muhafaza ediyorum.
Hikayeniz 1500’lü yıllarda Portekiz’in Albuquerque kasabasında başlıyor. Hollanda üzerinden Ankara'ya, oradan İstanbul'a ve Büyükada'ya uzanıyor. Bu kadar çok kültüre şahitlik etmiş bir ailede büyümenin avantajı ne oldu?
Bilgi birikimi, ailede, belki de muhafazakâr bir zihniyetle, babaların evladına mesleğini öğretmesi mecburiyeti. Bu dini bir telkindir. Kabile halinde veya aynı çatı altında kalabalık yaşamanın, aile içindeki genel kültürün yükselmesine yardımcı olduğuna inanıyorum.
“KENDİ YAPTIĞIM SANDAL EŞİMLE YAKINLAŞMAMIZA VESİLE OLDU”
II. Dünya Savaşı yıllarında geçen çocukluğunuzda kardeşlerinizle birlikte kendi oyuncaklarınızı imal etmeniz zamanla bir tutkuya dönüşüyor ve Albukrek ismiyle özdeşleşiyor. 17 yaşındayken yaptığınız sandal eşiniz Nimet Hanım’la yakınlaşmanıza vesile oluyor. Hayatınızın en renkli hobilerinden olan oyuncak koleksiyonunuzdan bahsedebilir miyiz?
Çocukluğumuzun en cici yıllarında savaş rüzgârları estiğinden, oyuncak satın almaktan mahrum kaldık. Eskiden Beyoğlu’nda gördüğümüz oyuncakçı mağazaları boşalmıştı. Dolayısıyla biz üç erkek kardeş, oyuncakları kendimiz imal etmeye yöneldik. Mantardan, dış macunu tüpünden başlayan gemi maketlerinden sonra, 17 yaşındayken 3 metre boyunda hakiki bir sandal yaptım ve 18 sene kullandım. O sandalı evimizin bahçesinden at arabasıyla Yörükali’ye götürmüştük. Sandal yapmam, o zaman bir gazetede epey ses getirdi. Plaka çıkartmaya gittim. Polis fatura istedi, "ben yaptım" dedim; "Yapamazsın" dedi 17 yaşında olduğumdan olsa gerek. "Babanıza rica edin ben yaptım desin, yoksa size plaka veremeyiz" şeklinde öneride bulundular. Böylece plaka sahibi oldum.
Sandalıma rağbet çoktu. Yörükali’deki arkadaşlar onları gezdirmem için can atardı. Sonraları sandalıma yelken monte ettim, motor taktım, yıllarca adalar arasındaki sularda gezindim.
1954’te Nimet’le Saray Sineması’ndaki bir konserde tanışmıştım. Adalı olduğunuzda en önemli şey bisiklet, deniz ve sandaldı. Başka bir şey yoktu. Sandal büyük bir vesile oldu, aramızı ısıttı. Bir katalizör vazifesi gördü.
Küçüklüğünüzden beri yürümeyi çok sevdiğinizi hatta ailenizin sizi postacı olarak kullandığını biliyoruz. Adada geçirdiğiniz 94. yazınızda çocukluğunuzda yürüdüğünüz yollar ile şimdikileri kıyaslarsanız içinizi nasıl bir his kaplar?
Bugünkü durumla mukayese edersek, çok büyük fark var. Bir kere çocukluğumda yollar topraktı. Toprak yolların tozu, yol kenarında biriken bitkilerin kokuları ve bilhassa beygirlerin dışkı kokuları... Halen tarafımdan hasretle aranmakta. O günlerde beni alışverişe koştururlardı. Yolların kenarında biriken atların dışkıları sayesinde yetişen envai kokulu otlar havayı temizlerdi. Tiksindirici diye dedikodular çıksa da, faytonlardan mahrum kalmak Büyükada için felaket oldu.
İlk olarak, toprak yolların ortalarına katran döküp üzerine ince kum serptiler. Ardından yolların kenarlarına Arnavut kaldırımı döşediler. Güzeldi, fakat zemin sert olmadığından yağmurlarda yer yer çöküntüler oluşuyordu.
Sonraları yollar boydan boya beton ve asfalta dönüşünce toprak sudan mahrum kaldı. Akasya ağaçları kurudu ve adaların yeşil örtüsü değişti. Tüm köşklerin, villaların önündeki mor salkımlar bugün yok artık, akasyalar da yok. Hepsi öldürüldü.
“ADABÜS’Ü GETİREN ZİHNİYET 9 ADAMIZI YOK ETMEK ÜZERE!”
Bunca değişime rağmen siz hiç Ada’yı terk etmeyi düşünmediniz değil mi?
Günlerden beri bunun mücadelesi içindeyiz ve vazgeçmeyeceğim. Adabüs denilen şu kocaman arabaları buraya inatla getiren zihniyet Büyükada’yı değil, dokuz adamızı da yok etmek üzere. Allah’ın nimeti, denizden fışkıran kayalar arasında bir sayfiye havasında yaşamak varken burasını illa bir şehre, bir beton kütlesine çevirmek, nefessiz bir toprak yaratmak, rezalet. Yassıada’ya gidin ve görün. Burada da öyle bir yola gidilecekse yazık olur. Bu otobüslerin hiç gereği yok. İptal edilen 235 faytona karşılık aynı miktarda ufak akülü taksi yeterli!
Çocukluğumda birçok köşkün özel at arabaları vardı, biz çocuklar bu atları seyretmek için seyislere saat kaçta ahırlarından çıkaracaklarını sorardık. Motorize bir moda çıkardılar, medeniyet deniyor. Şehirleşme mi yoksa sayfiye yeri mi? Turizmi kamçılamakla tabii varlıklar muhafaza edilemez.
‘Bir Zamanlar Büyükada 1931-1961 Anıları’ kitabınızı henüz okuma fırsatı bulamayanlar için anlatır mısınız?
Bugünle kıyaslayacak olursak, Ada’nın en mesut yılları benim için çocukluk yıllarıydı. En önemli sebebi insanın mesuliyetsiz olarak yaşadığı yıllar olması; elbette para kazanmak yok, bakkala kim gidecek, hesabı kim ödeyecek yok. Herkes memnun. Annem babam yaşıyordu, rahmetli babam doktordu. Beş kardeştik, bir derdimiz olsa aramızda hallediyoruz. Büyüklerimiz tüm problemlerimize ortak...
İlerleyen senelerde işe girdim ve hobilerimin para kazanmama vesile olduğunu gördüm. Yapılan küçük oyuncaklar, ileride gerçekleşecek teknolojilerin temelidir. Bazı kişiler çocuklarına "Boş ver kemanı, boş ver piyanoyu" diye telkinde bulunduklarında çok üzülüyorum. Bütün hobilerimin yaratıcılığıma yardımcı olduğuna inanıyorum.
Musevi Cemaati eski başkanlarından Silvyo Ovadya, 2010’da, Büyükada'da bir müze açtıklarını söyledi ve benden üç cümlelik bir yazı rica etti. Yazdım ve o gece saat üçe kadar uyuyamadım. Seneler gözümün önünden geçiyordu, sanki yeni doğmuş gibiydim. Sabah kalktım ve bunları neden kitaba çevirmiyorum diye düşündüm. O üç cümle bir kitap oldu. Şimdi beşinci baskısını hazırlıyorum.
Evinizde Judeo Espanyol, Fransızca, Almanca ve Türkçe konuşuluyormuş. Gençlerimizin kültürlerini koruyabildiğini düşünüyor musunuz? Bir röportajınızda gençlerin birilerine danışmayı kendilerine yediremediklerinden ve bu sebepten bilgisayar başında başkalarının yaptıklarını seyretmelerinden dem vurmuşsunuz. Teknoloji geliştikçe duygusallık ve samimiyeti yitiriyor muyuz?
Bu fikrime sadığım. Bugün bilgisayar-cep telefonu, bir danışma-kılavuz, lisan-kelime arama, bir kişinin biyografisini öğrenme gibi konular için çok güzel. Fakat bunu bir arkadaş olarak cepte taşımak ve gün boyu danışarak gününü geçirmek, felaket.
Hele çocuklar, ertesi sabah uyandıklarında hiçbir şey hatırlamıyor. Bu cihaza güvenerek değişik bir lisan öğrenmekten uzaklaşıyor. Bilhassa devletin de yabancı dile gerektiği kadar ehemmiyet vermediğini görüyorum. Yabancı lisanı konuşmak, öğrenmek, kötü niyetli yabancı bir ülkeyle irtibat kurmak şeklinde telakki edilirse, bu mantıksız düşünce insanı cehalete götürür.
“HATIRALARIMA BAĞIM ÇOK KUVVETLİ!”
1934 Trakya Olayları, 1940 Salvador teknesinin batması, 1941 Yirmi Kura Askerliği, 1941 Struma faciası, 1942 Varlık vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve Kıbrıs meselesi… Bu dönüm noktalarının tamamına şahit oldunuz. Sizce Türkiye’nin kozmopolit ortamına nasıl bir etkisi oldu?
Annem, annesi-babası ve ilk dört çocuğu
Bu siyasi olaylar ya da devlet içinde hükümetin almış olduğu kararlar genel bir kanı olarak kabul gördüyse de, gayrimüslimleri uzaklaştırmak olarak da algılandı. Müthiş bir değişiklik oldu. Bugün bankacı, öğretim üyesi, yüksek kültürlü emekli olmuş kişilerin Ada’ya gelip yerleşmesi neticesinde, o eski hayatı canlandırmak isteyen çok. Beni arayıp geçmişi anlatmamı istiyorlar.
Adalar, 1850’lere kadar bir Rum köyü. 1875’lerde Avrupa'da sayfiye yani ikinci ev modası yayılıyor. Osmanlı Saray mensupları Boğaz sırtlarında, halk ise Adalar’da yazlıklarını inşa ediyor. Yeni Türkiye’nin kalburüstü edebiyatçıları, kompozitörleri hepsi buradaydı. Bu büyük kültür hazinesi, zamanla kültürsüz zenginleri de buraya çekti. Yüksek tabakanın taklidini yaşadılar ve eski adalılara da yaşattılar. Adalar’ın bir seviyesi vardı fakat bu seviye Halk Partisi’nin gücünü kaybedip, çoğunluk Adnan Menderes’in partisine doğru kayınca şöhreti inmeye başladı.
Adalar değişmeye devam ediyor. Bugünlerde iki etken görüyorum; biri kıskançlık, diğeri rant. Rantın gözü doymuyor. Büyükada renk değiştiriyor ve düzeleceğine umudum yok. Şehirleşme isteyenlerin çoğunlukta olduğunu görüyorum. Yaşanan tüm olaylara rağmen Türkiye’yi, Büyükada'yı terk etmeyi hiç düşünmedim, hatıralarıma bağlarım çok kuvvetli. Yaşlandım dedim ama her yaşta gençliğimi de yaşamak istiyorum. Kendimi Ada’da halen çocuk gibi görüyorum.
Adalar’ın yaşayan en eski müzecisi olmakla da tanınıyorsunuz. ‘Eşyanın Belleği: Bir Zamanların Büyükadası'ndan Viktor Albukrek Koleksiyonu’ isimli serginiz haziranda sanatseverlerle buluştu. Aile hikayeniz ve bir asırlık eşyaların kullanıldığı sergi için aldığınız yorumlar nasıl? Eşyaların belleği, insanları diri tutar mı?
Ben eşyaları konuşturuyorum, onlar bütün geçmişimi anlatıyor ve onları seyrettiğimde her anı tekrar yaşıyor gibiyim. Dikkatle bakıldığında aslında eşya konuşmuyor, eşya beni konuşturuyor. Büyükada, Aya Nikola sahilindeki Adalar Müzesinde teşhir ettiğim bu eşyalar herkese hitap ediyor. Ziyaret edenlerin: "Ah bu büyükannemde vardı", "Ah aynısını amcamın odasında hatırlıyorum" haykırdıklarını dinlemek, görmek, heyecan verici... Gaye, insanın geçmişe bağlılığını tekrar yaşaması. Bugün yeni neslin eskiye bağlılığına şüpheyle bakıyorum. Bu durum, aile büyüklerine olması gereken saygıyı yitiriyor.
“BİZ NİMET’LE 68 SENE BOYUNCA İKİ DEĞİL BİR KİŞİYDİK”
Beyoğlu’nda klasik müzik konserinde tanıştığınız saygıdeğer eşiniz Nimet Habib Sevig ile aşkınız ve size desteği dillere destan… Nimet Hanım aramızdan ayrıldıktan sonra hayatınızda neler değişti?
1954’te tanıştık, 2022’de kaybettim. 68 sene boyunca biz bir kişiydik, iki kişi değildik. Rahmetli benim gibi düşünür, ben de onun gibi düşünürdüm. Dolayısıyla büyük bir kayıp oldu benim için. Kendimi boşlukta buldum, beraber gideceğimizi tahmin etmiştik. Mezar taşımı şimdiden satın aldım ve yanında yatmaya karar verdim. İki sene geçti ve bugüne kadar henüz uzaklaşamadığımı itiraf ediyorum.
Bugünkü gençlere bakıyorum, 6-8 sene sonra boşanıyorlar, geçimsizlikler sebebiyle. Bütün mesele, hayat boyunca karşılaşılacak zorlukları, büyük bir sabır ve maharetle halletmek!
Dişliler çalışırken bir pürüz olmuş, olabilir, tekleyebilir, o pürüzü elbirliğiyle zımparalamak gerek. Kimsenin hakkını yemeden karşılıklı olarak çarkı birlikte döndürmek, aynı yöne bakmak...
“YAPTIĞIM HİÇBİR ŞEYDEN PİŞMAN DEĞİLİM”
Son olarak 93 yaşında iklim aktivisti oldunuz, nazar değmesin diyerekten soruyoruz. Bu müthiş enerjiyi neye borçlusunuz?
Aktivist olmak da bir meşgale, Adaların sayfiyeden şehirleşmeye doğru atılan adımlara karşı yapılan faaliyetlere katılmaktayım.
Akşam yatmadan yarın ne yapacağımı düşünerek! Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmak istemiyorum. Hemen bir hobi düşünüyorum, hobi yoksa evdeki arızalı bir eşyayı tamir ediyorum ve bunu herkese tavsiye ederim. Çocukların hobilerine asla mani olmamak hatta cesaret vermek gerek.
Edith Piaf’ın bir şarkısı vardır ‘Non, Je ne regrette rien’, yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim diyor. Ben de bugünkü yaşımla, farklı şekilde düşünsem dahi, halen, o gün aldığım kararın, o günkü şartlarda, en isabetli karar olduğuna inanıyorum. Geçmişi sevmek, mutlu olmanın sırrı burada olsa gerek...